Bu sabah (19 Ağustos 2025 Salı) Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin mesajını açarken içimden sesli bir "eyvah" çığlığı yükseldi:
-Garbis Özatay'ı kaybettik!
Eski Milliyet gazetesinde uzun yıllar birlikte çalıştık. O kadar çok haberi beraber yaptık ki, adeta ikili olmuştuk. Garbis çok titiz çalışırdı. Ben de bir gün ona "kuyumcu gibisin" demiştim hiçbir özel bilgim olmadan… Garbis gülümsedi:
-Ben gazetecilikten önce kuyumcuydum!
Eski Milliyet'te muhabirlerin kendi başlarına karar verip "biz habere gidiyoruz" demeleri serbestti! Bir gün Garbis canı sıkılmış bir halde yanıma gelip ekonomi sayfasındaki bir gün önce çektiği fotoğrafı gösterdi:
-Şuraya bak, fotoğrafı vesikalık hale getirmişler. Böyle kullanacaksanız beni niye götürüyorsunuz ki?
Onun kızgınlığı bile alabildiğine sessizdi!
TELEFONLU MAĞARALAR
Yakınması bitince "yazsana bir seyahate çıkış formu" dedi. Gazeteden uzaklaşmak istiyordu. Ama gazetecilikten değil. Nereye gideceğimizi sorunca haberin adresini de verdi:
-Hasankeyf'te telefonlu mağaralarda yaşayanlarla röportaj yapacağız!
Ertesi gün Batman'a varmıştık. Gideceğimiz yer Hasankeyf'e bağlı bir köydü. Araçla Hasankeyf'ten kırsala doğru giderken yanımıza "güvenlik" olarak 14-15 yaşlarında iki korucu da eklenmişti. Belli bir yere kadar araçla gidip çamura saplanınca aradığımız köye doğru yürümeye başladık. Yolda yanımızdaki gençlerle sohbet ederek köye vardık. Çocuklar Garbis'i sevmişlerdi. Köy kahvesine oturunca etrafımız daha da kalabalıklaştı. Bize yol boyu eşlik eden gençlerden biri "Kapris abi" dedi:
-Senin ismin değişik biraz?
Garbis "Ben Ermeniyim" deyince köy kahvesinden gök gürültüsü yükseldi:
-Estağfurullah abiiii!
Bu anekdot daha sonra dilden dile dolaşarak bana bile anlatıldı! Ermeninin biri diye başlayan masalsı bir eda ile…
Dur oğlum onu yaşayan benim. Ermeni de herhangi biri değil Milliyet'in foto muhabiri Garbis Özatay'dır! Olay yeri de Batman'ın Hasafkeyf ilçesine bağlı Üçyol köyü idi.
1980'lerin ikinci yarısında Türkiye telekomünikasyonda devrimsel bir gelişme yaşamıştı. Netaş'ın ürettiği köy santralları sayesinde köylerde telefonsuz ev kalmamıştı. Hasankeyf'in köyleri de bu hizmetten istifade etmişti. Ama insanlar normal konutlarda değil mağaralarda yaşıyorlardı. Böylece absürt bir durum ortaya çıkmıştı:
-Telefonlu mağaralar!
Garbis'in kızgınlığı bana manşetlik röportaj olarak geri dönmüştü.
DÜNYAYI AYAĞA KALDIRAN HABER
Garbis Özatay gazetecilikle nefes alıp veren biriydi. Kulakları da çok delikti. Ortaköy'de Şifayurdu adlı özel bir sağlık merkezi vardı. Ürdün Kralı Talal bin Abdullah 1951-1952 yıllarında tahta çıkmıştı. Sonra akıl hastası raporuyla indirildi. Yerine oğlu Hüseyin geçti. Devrik kralın nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Garbis Özatay hariç. Aldığı bilgilere göre devrik kral İstanbul Ortaköy'deki Şifayurdu'nda idi. Her sabah ezanla birlikte balkona çıkıp asker selamı ile esas duruşta ezanı dinliyordu. Garbis bir kömür kamyonu kasasında bu hastaneye girmişti. Geceyi de ağaçların arasına geçirmişti. Sabah ezanı okunurken fotoğraf makinesini hazırlamış beklemeye başlamıştı. Devrik Ürdün Kralı Talal bin Abdullah tam ezan saatinde balkona çıkmış ve anlatılan şekilde asker selamıyla Garbis'in objektifine yakalanmıştı. Fotoğraf Türk Haberler Ajansı (THA) tarafından servis edilince gazetelerin manşetine çıkmıştı. Başta Ürdün olmak üzere Ortadoğu çalkalanmıştı. Dünya medyası da bu haberi ilk sıralarda yayınlamıştı. Kral apar topar İstanbul'dan alınıp ülkesine götürüldü. Dört yıl sonra 1972'de Amman'da öldü.
12 MART'IN GİZLİ OTURUMU
THA'nın sahibi ve genel yayın yönetmeni Kadri Kayabal, deneyim kazanması için Garbis Özatay'ı Ankara'ya yolluyor. Meclis'te gizli bir oturum yapılacaktır.
Foto muhabirleri makinelerini bırakarak basın locasına girebilecekler. Garbis "beni ketenpereye getirirler" düşüncesiyle kendine göre önlem alıyor.
Karanlık odada üç adet kibrit kutusu içine birer kare negatif film koyup geniş yüzeylerine kibrit çöpü saplıyor. Gizli oylama yapılırken kibrit çöpünü çekip üç saniye sonra yerine sokuyor. Bu ilkel fotoğraf makinesini kimse fark etmiyor.
Ajansa dönüp banyo yaparak İstanbul'a geçiyor. Ajans da haliyle bu kareleri servise koyuyor. Aradan bir saat geçmiyor ki Kadri Kayabal'ın telefondaki sesi Garbis'in kulaklarını sağır ediyor:
-Ulan sen beni hapse mi attıracaksın? Gizli oturumu çekmişsin. Bu fotoğraflara yayın yasağı geldi. Çabuk dön İstanbul'a da seni de içeri almasınlar.
ERMENİSTAN'DA BOMBA HABERLER
Garbis Özatay ile Milliyet'teki son işimiz ABD'de Ermeni soykırımı yasa tasarısın senatoya gelmesi üzerine birlikte Ermenistan'a gidişimiz oldu. 2000 yılının sonbaharıydı. Türkiye ayaklanmış haldeydi. Ben de bir öneride bulunmuştum:
-Bir de Ermenistan'a gidip bakalım orada hava nasıl?
Gazete yönetimi beğendi Garbis ile atladık uçağa Erivan'a gittik. Otele valizleri bırakıp kendimizi sokağa atmıştı ki, büyük bir yürüyüş ile karşı karşıya kaldık. İşte gazetecilik kısmeti buna denir. Bomba haberler geliyor. Garbis önce uzaktan tele objektif ile bir makara film çekti. Kitle iyiydi. Ama hiç slogan falan atılmıyordu. Coşku yoktu. Bir de en önde çok güzel bir Ermeni kızı vardı çapraz bir kurdele takılıydı boynunda. Beyaz gömlekli kişiler de dikkat çekici kadar çoktular. Sonra Garbis yanlarına gitti, yürüyüşçülerle konuştu. Yanıma geldiğinde yüzü biraz düşmüştü:
-AIDS karşıtı bir protesto yürüyüşüymüş! Soykırımla falan ilgisi yok!
Soykırım konusunda Erivan'da bizim umduğumuz canlılık yoktu. Ama Türk medyasında büyük bir heyecan dalgası yarattık. Bizim arkamızdan başka gazeteler ve televizyonlar da Erivan'a geldiler. Ermeni gazeteleri şu başlıkları attılar:
-Erivan'a Türk gazeteci akını!
Biz Garbis ile eli boş dönmedik. 1981'de bizim Paris başkonsolosluğunu basan Asala timinin komutanı Kevork Güzelyan ile tarihi bir röportaj yaptık. Konya kökenli Paris'te yaşayan Samson Özararat ile Türkiye zirvelerini sarsacak söyleşi gerçekleştirdik.
GARBİS GAZETECİLİK DEMEKTİR
Bu yazıya başlarken ağlıyordum. Garbis'in kızları Dalida ve Natali ile konuşup son dönemi ile ilgili bilgi alıyordum. Onlara babalarını çok sevdiğimi, birlikte çok habere gittiğimi anlatıyordum. Dalida dedi ki:
-Nazım abi, son anlarında artık diyalog kuramıyorduk. Kendinde değildi. Ara sıra bir şeyler mırıldanıyordu. En çok da 'Nazım'a haber verin, yarın işe gitmemiz lazım!' diyordu.
Kelimeler boğazımda düğümlendi. Zaten başsağlığı dilemek için değil Garbis'i yitirmenin acısını paylaşmak ve birlikte ağlamak üzere aramıştım. Dalida'nın anlattıklarıyla doyasıya ağladık!
Garbis ölüm döşeğinde bile gazetecilikten kopmamıştı. Hayata gözlerini kapadığı tarihe bakar mısınız?
19 Ağustos Dünya Fotoğrafçılık Günü!
Garbis meslektaşımdı, yol arkadaşımdı, çok yakın dostumdu, ailesine bile hissettirmediği sıkıntılarını paylaştığı yakını olarak "en çok neyin olurdu" diye sorarsanız tek kelimeyle şöyle derim:
-Kardeşim!