Gazetecilik günümüzde itibar bakımından "en üst ve en alt" hallerini yaşıyor. Mesleğimizin normal çizgisi güç sahiplerine karşı durmak olarak doğdu ve gelişti.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) itibarı çok yüksek başkanı olan Nail Güreli, eski dönemlerde tiraj almak isteyen gazetelerin hükümeti eleştiren bir çizgiye yöneldiğini anlatırdı akşamüzeri sohbetlerimizde…
Gazeteciliğin itibarı böyle yükseldi. Bu yüzden de yargı, yasama ve yürütmeden sonra "dördüncü kuvvet" olarak kabul edildi.
Dördüncü kuvvetin etki gücü, hükümetlerin de itibarlarını muhafaza altına alırdı. Yolsuzluk, rüşvet, haksız kazanç ve benzeri konularda "özenli" davranma geleneği oluşmuştu. Eğer gazeteciler böyle bir şeyi yakalarsa anında yazarlardı!
Gazeteciliğin itibarlı günlerinde vaziyet böyleydi.
Elbette hükümetle "alt takke ver külah" olanlar da vardı. Ama bir başka gazete bu durumu yakalar ve yazardı. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) öncesi dönemden bir örnek vermek gerekirse Hürriyet ve Milliyet genel yayın yönetmenleri Ertuğrul Özkök ile Mehmet Yılmaz birlikte Yunan adalarında yaptıkları yaz tatilini hatırlayabiliriz. 2002 Ağustos ayıydı. Her iki "üst düzey" gazeteci yiyip içtiklerini adalardaki hoş ortamı yazıyorlardı. Her gün yeni bir ada, yeni bir lokanta, yeni bir yemek… O günlerin finalini Sabah gazetesi yaptı:
"Rodos İttifakı!"
Sabah gazetesinin en tepesinde özel bir fotoğraf yayınlandı. Rodos Adasında kıçtan kara yapmış bir yattan inen dört kişinin en önünde Hürriyet ve Milliyet'in sahibi Aydın Doğan Doğru Yol Partisi (DYP) başkanı ve eski Başbakan Tansu Çiller'in kocası Özer Çiller vardı. Arkasından da Özkök ve Yılmaz geliyordu. İki gazetecinin Ege yazılarından bir haftalık birliktelik yaşandığı anlaşılıyordu. 2002 genel seçimlerinden önce o yatta hangi "pazarlıkların" yapıldığını kamuoyu öğrenemedi ama etik olmayan fırıldaklar döndüğünü anladı!
Yaygın gazeteciliğin son günleri olduğu bilinmiyordu. 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri ile Türkiye başka bir yörüngeye girdi. AKP gazeteciliği tekeline alarak yüzde 95'lik destek kıtaları oluşturdu.
Gazeteciliğin itibarıyla birlikte kendisini de jiletledi! İktidar ne yapsa alkışlayan ödenekli medyası sayesinde bütün fren sistemlerini devre dışı bıraktı.
Durum ortada… Her yandan kokular çıkıyor. Dün iktidar yanında olan sermaye grubuna bugün kayyum atanıyor. İlçe başkanları taca atılıyor. Gerekçeler aynı, istiap haddini aşacak derece malı götürmek!
Bu ahval ve şerait altında dahi gazetecilik yapanlar var. Hükümet adına onları dikkatle izleyip kendilerine çeki düzen vereceklerine tam tersine sarılıp baskılama yoluna giriyorlar. Para cezası, ilan kesme, ekran karartma ne varsa yapıyorlar.
En son örnek TELE-1'de yaşandı. Canlı yayın esnasında ekranın altına "Erdoğan'ın Netanyahu'dan ne farkı var" yazısı geldi diye TELE-1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ile İhsan Demir ve Musa Özuğurlu gözaltına alındılar. Oysa bu sorunun karşısına Erdoğan için "güzelleme destanları" da yazılabilirdi. Neden akıllarına hep kötü şeyler geliyor?
Kaldı ki Yanardağ izah etti "bir canlı yayın kazası idi anında özür de diledik" dedi.
Sahici gazetecilik sadece mesleğimiz için değil yönetim kademelerinde olan herkes için şifalıdır. Son ABD seyahatinde bir kez daha görüldüğü üzere teslim alınmış gazetecilik hiçbir işe yaramıyor. Zaten bu kontrollü tayfayı en üst makam bile ciddiye almıyor. Ne zaman "gazeteciler" diye gürlese habercilik adına canlarını dişlerine takıp gerçekleri sergileyen medyanın yüzde beşini muhatap alıyor!
Söz konusu yüzde 5'in içinde olma onurunu taşıyanlar mesleğin gereklerini yerine getirmekle kalmıyor, ülkenin itibar bayrağını gururla dalgalandırıyorlar:
– Gazetecilik bu toplumun vicdanıdır!