ilk yapılması gerekenlerin başında, siyaseti yeni bir aksa oturtmak adına bu 'bekçilerin' ipini çözmek geliyor.
12 Eylül'ün bekçileri
13.09.2021
TURGAY DEVELİ
Ölçü ve değer birimi olarak para yerine insan hayatının ve kalan ömrünün kullanıldığı distopik bir dünyayı anlatan 'Zaman' adlı film, adalet kavramıyla ilgili ufuk açan tespitleriyle bu yazıma da ilham kaynağı oldu. Bir insanın milyonlarca yıl yaşamasına yetecek kadar zamanı fakirlerden 'çalarak' zenginlere dağıtmakla suçlanan kahramanımız, zengin ve güçlü simaların katıldığı bir partide kendisini sıkıştırarak sorgulayan polise, 'Çalınmış zaman arıyorsanız, buradaki herkesi tutuklamalısınız!' diyerek itiraz edince kendisini sorgulayan polis şefi, 'Anladım, adaletten bahsediyorsun, ama ben zaman polisiyim, adaletle ilgilenmem, sadece ölçebildiğim şeylerle ilgilenirim. Sadece zamanı korurum ve o da şu anda yanlış ellerde.' cevabı veriyor.
Adalet mefhumunun günümüz dünyasında pratikteki karşılığını çok güzel ifade eden bu anektodla yazıya girmemin sebebi, toplumun ihtiyaçlarını siyasetin gündemine taşıyıp, kitlelerin enerjisini kısmen de olsa dönüştürücü güç olarak kullanarak 'adalete' ulaşmayı amaçlayan partilerin, bundan 41 yıl önce 12 Eylül'de yapılan darbeyle başlayan süreç sonucunda artık günümüzde bu işlevlerinden tamamen uzaklaşarak tek tipleşip, (henüz hak ettikleri kitle tabanına ulaşamasalar da sosyalist ya da komünist partiler hariç), sistemin polisi haline gelmesi, getirilmesi gerçeğine vurgu yapmak. Günümüz Türkiye'sinin siyasi partileri adalet arayışında değil, yalnızca ölçebildikleri şeylerle ilgilenir durumdalar.
Bu bağlamda; 1950 seçiminde Menderes'in Demokrat Parti'sine seçim kazandıran 'Yeter, söz milletin!' sloganı, Ecevit CHP'sini 1970'li yıllarda büyük bir kitlesel güce dönüştüren 'Toprak işleyenin, su kullananın. Ne ezen, ne ezilen, insanca hakça bir düzen!' sloganı ile bir anlamda Erbakan'ın yaşamının özeti de olan 'Adil düzen' sloganları, Türkiye siyasi hayatına damga vuran üç ana aksı tarif eder ve her üçü de bugün unuttuğumuz adaleti hedeflerdi.
12 Eylül ile bize yapılan da, aslında uygulayacakları programlarla adaleti ortadan kaldıracak olanlara karşı direnecek güçleri tasfiye etmek ve toplumun hafızasını silmek amaçlıydı. Başka birçok sonuç daha doğursa da darbenin en önemli sonuçlarından birisi, bir görevi de 'eşitlik, özgürlük ve adalet' taleplerini gerçekleştirmek olan siyasi partileri aynılaştırmak oldu.
Böylelikle partileri yukarıda bahsettiğim köklü vaatlerden, 'Herkese iki anahtar', 'Gençlere bedava internet ve ÖTV'siz cep telefonu', 'Kim ne veriyorsa 5 lira fazlasını veriyorum', 'Bütün kadınlara 500'er lira vereceğim', 'Vallahi mazotu 1 lira yapacağım' ve ' O zaman biz mazotu 80 kuruşa indireceğiz' gibi sloganlarla satacağı şeyi pazar yerine sermiş 'ne alırsan al bir lira' diye bağırarak müşteri toplamaya çalışan pazarcı esnafına dönüştürülmesi süreci başarıya ulaşmış oldu.
İşte bu nedenle, işsizlik 8 milyonu aşmış ve nüfusun yarısı açlık sınırının altında bir gelirle yaşamaya çalışırken, hiçbir parti bunun nedenini ortaya koyup değişim vaat edemiyor. Zira vaat edecekleri değişimin, en önce, hepsinin birden iman ettiği ve halen uygulanan ekonomi politikalarını değiştirmek zorunda olduğunu biliyorlar.
Onun içindir ki artık, hangi vaadi hangi partinin verdiğini ayıracak bir emare, bir işaret bile aranmasına gerek duyulmayan bir zaman diliminde yaşıyoruz. Mesela, bir seçimde birisi 'herkese bayram ikramiyesi vereceğim' diyor, ötekisi bunu yaparak seçmenden rıza beklerken, diğeri de 'bakın nasıl yaptırdım' diye kendi rızasını üretmeye çalışıyor. Birisi cami açılışı gibi dualarla partisinin yargı yılı için açılış töreni düzenliyor, diğeri de gidip o duaya eşlik ediyor. Bunlardan birisi, Anayasa ile 'korunan' laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı halin geldiği için cezalandırılmış, diğeri 'laiklik' ekmeği ile beslenen bir damara sahip olsa da bunun üzerinde tepiniyor.
Aynı şeyi söylüyor, aynı şeyi vaat ediyor, aynı şeyi yapıyor ama iki ayrı parti olarak birisi, diğeri yorulduğunda, halkın tepki ve öfkesi yükseldiğinde, onun nefeslenmesi için 'bu kadar da olmaz ama' serzenişleriyle yedekte bekliyor. İlk iki sıra böyle de, arkadan gelenler arasında farklı olan var mı diye bakınıp durmayın; birisi şimdiki ittifakın küçük partisinin içinden, diğer ikisi de büyük ortağın eteğinin altından piyasaya salınanlardan.
Hedefleri yoksulluğu yenip ortadan kaldıracak politikalar üretmek değil, düşünen, sorgulayan insanı bireye, bireyi tüketiciye, tüketiciyi seçmene, seçmeni de (ortalama eğitim seviyesi ilkokul terk), haydi kolayından kandırma demeyelim de, 'ikna' ederek düzenin değişmez, değiştirilemez olduğuna ikna etmek. En etkili elemanları ise Ali Erbaş ve hoparlörleri! Erbaş'ın daha çok görünür olmaya başlaması ile hoparlörlerinin sesinin her geçen gün biraz daha açılmasının sebebi de budur, fazlası değil.
Gelinen noktada bütün partiler (yukarıdaki istisna notu baki kalmak şartıyla); zenginlikleri talan eden mülksüzleştirme operasyonlarını destekliyorlar. Cumhuriyetin tüm birikimlerini yok eden kararların altında yine hepsinin imzası var.
Uluslararası finans kapitalin borç olarak verdiği paralarının getirisini korumakla görevlendirdiği merkez bankalarına bir numaralı görev olarak yazdığı 'fiyat istikrarını koruma' (enflasyonla mücadele) görevine her fırsatta sadakatla bağlı kalın çağrısı yaparak tefecilerin çıkarlarını savunuyorlar.
Sonunda filme geri dönersek; bu 'hırsızın' fakirlere dağıttığı sadece zaman değil, aynı zamanda başka bir dünyaya dair umuttu ve polis (sistem) için asıl tehlikeli olan da buydu.
İşte aynı sebepledir ki 12 Eylül, halkın taleplerini baskılayarak, bunu örgütleyecek ve dönüşümü gerçekleştirecek olanları yok edip, toplumun hafızasını silerek, asıl olarak umudu ve buna aracılık etmesi gereken siyaset ve siyasetçileri kendisine bekçi tayin etti.
Bizim işimiz ise umudu yeşertip yeniden örgütlemektir. Bunun için de ilk yapılması gerekenlerin başında, siyaseti yeni bir aksa oturtmak adına bu 'bekçilerin' ipini çözmek geliyor.