ARADA BİR DENEMEK İSTİYORUM…
ARADA BİR DENEMEK İSTİYORUM…
Sabahtan bu yana gündemdeki konuları düşünmekten “uzaklaşmak” istiyorum! Bunu ne denli başaracağım, ne denli şu an yaşanılanları/ konuşulanları/ beyni tırmalarcasına anlatılanları düşünmeyeceğim bilmiyorum!
Ama deneyeceğim…
Gökyüzüne bakacağım, süs biberi saksısında toprağı kabartan karıncaları izleyeceğim, daha geçen hakta üşüyerek yaklaştığım pencereye daha yakın oturacağım, sitenin sokağa açılan kapısının önündeki dut ağacının göyermiş meyvesinden koparacağım, önce Nazım’dan/ ardından Hayyam’dan bir şiir okuyacağım, dün yapmadığımı yapacağım/ yemediğimi yiyeceğim/ görmediğimi göreceğim…
Bunu açıkça söylemem gerekirse istiyorum…
Ne bu ya; söyle, konuş, avazın çıktığınca bağır, gördüklerine sorumsuz kalma…
Tamam yol güzel, tamam ilgilenmek zorunlu da; sonuç olarak bakıldığında elde bir sürü cam kırıkları, bir o denli gerçekleşmemiş öngörüler, bir o denli yürekten koğuş…
Bu gün “ilgimi” başka yöne döndüreceğim; deneyeceğim…
***
Sokaktayım. Birkaç adım atınca, hemen sağ yanda, etrafı çevrili bir alan var. İçerisinde limon, zeytin, turunç ağaçları var. Ben en çok limon yapraklarını elde ovuşturup koklamasını seviyorum.
Limon yaprağının elin parmaklarına sinen “o” kokusunu “bilmeyen var mı” demem doğru olmayacaktır! Karadeniz bölgesinden, sosyal medyada yazıştığım biri, “bu mevsimler gerçekten portakal bahçeleriniz mis gibi kokuyor mu” diye sorduğunda, “elbette, bu mevsim çiçek açar ağaçlar, bahçenin içine girmenize gerek yok, yanından araçla geçseniz de o kokuyu alırsınız” dediğimde, sesindeki şaşkınlık olan/ biteni anlatıyordu!
Örneğin “ben de” Karadeniz’in çay kokusunu bilmiyorum! Adana’da yaşamını sürdüren kaç kişi biliyor ki?
Dışı koyu yeşil bir limonu koparıp avuçlarımda gezindirirken bile “o” genzi taşan kokusu anlatılmaktan çok yaşanmaya değer…
***
“Limonu kopardım” deyinde, geçtiğimiz yıllarda yaşadığım bir olayı anımsadım…
İstanbul’dan gelmişlerdi dostlar. Karı, koca, bir de çocuk.
Kış mevsimi yaklaşıyordu, portakallar gövermişti, hava da güneşliydi, gezdirecek en güzel yer portakal bahçesi olurdu; önerdim, gülümseyerek gitmek istediklerini söylediler…
Bir pikniğe gider gibi gerek duyulanları sağladık, bahçeye vardığımızda güneş tepe noktasına yaklaşıyordu.
Portakal ağaçlarının arasından geçerek, mangalı kuracağımız alana doğru giderken, konukların üzerinde oluşan gülümsemeyi anlatamam. “Çocuk sevinir gibi” desem yeridir!
Ağaçtaki portakala yaklaşıyorlar, meyveyi elleriyle okşuyorlar, bir de eğilip kokluyorlar…
Hiç unutmam, arkadaşımın eşi “ben daha bu denli yakından görmedim, üstelik dalında dokunmadım” demişti. Bunları söylerken gözlerinin yaşardığını dün gibi anımsıyorum!
Mangalımızda portakal odunlarını yakmıştık, onun közüyle yiyeceklerimizi pişirmiştik, üzerine portakalımızı yemiştik…
En son dönerken de, arkadaşla eşine birer poşet verip “siz bunları istediğiniz yerden doldurun, ben geliyorum” demiştim…
Aradan yarım saat geçmişti sanıyorum, döndüğümde, çocukları da kendilerine katılmış, meyveleri okşuyorlardı, işin ilginç yanı da poşetleri boştu!
“Neden doldurmadınız poşetleri” diye sorduğumda da “kıyamadık koparmaya” dediklerini anımsıyorum.
Belki kendileri için bir açıklaması vardı ama, yine de açıklama yapmayı gerekli buldum. “Bu ağaçlar her yıl meyve verirler. Meyveleri koparılmazsa rahatsız olurlar. Onun için de her yıl zamanı geldiğinde taşıdıkları yükün/ meyvenin alınması gerekir ki; hem ağaçlar rahatlasın, hem de insanlar yararlansın! Asıl bunlar koparılmazsa acı duyarlar” diyerek koparmaya başlamış, onlarında koparmalarını sağlamıştım!
Anımsadıkça düşünürüm…
***
Sokakta kimseler yok, bir- iki sokak hayvanından başka. Köpekler bir kimsesizlik içinde gibi, aç gibi, sevgisiz gibi…
Nazım’ın çok bilinen iki dizesi geldi akılıma, şöyle diyordu:
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…
Sen yanmasan, ben yanmasam, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.”
Ne güzel şey değil mi “kardeşçesine” yaşamak? Yanmadan “karanlığı aydınlığa” kavuşturmak?
Soluyan, yiyerek doyan, severek/ sevilerek yaşama bağlanan herkes “kardeşçesine”…
Bu dörtlük de Hayyam’dan:
“Sevgili! Bir başka güzelsin bugün,
Ay gibisin! Pırıl pırıl gülüşün,
Güzeller yalnız bayram günleri süslenir,
Seninse bayramları süsler gül yüzün.”
***
Bunu arada bir de olsa denemek istiyorum…
Yağmur damlacıklarını, balkonda sıraladığım süs biberi saksısının toprağında gezinen karıncaları, yaprakların arasından taşıp/ açmaya çalışan çiçeğini izlemek istiyorum!
Arada bir gelen arının vızıltısını dinlemek istiyorum…
Medyadan yükselen çığlıklarıyla, medyayı istedikleri gibi kullanışlarıyla, yaydıkları korkularla, sorunları çözmekten kaçışlarıyla, yalanlarına her gün birini eklemleriyle, bitmeyen yalanlarıyla, kurdukları algı imparatorluklarıyla “çok” yordular/ yormayı da sürdürüyorlar çünkü…