Doksanlı yılların ortasıydı. Ziraat fakültesindeki odamın penceresinden dalgın dalgın dışarıyı seyrediyordum. Haftanın son günü girdiğim derslerin tamamı sabah saatlerindeydi. Sınav kağıtlarını öğleden sonra okurum diye düşünmüştüm ama üzerimde bahar mevsiminin uyuşukluğu vardı. Zaten uzun süreden beri de kafam karmakarışıktı. Yaşamımda bazı değişiklikler yapmak için yeni kararlar almaya çalışıyordum ama beni bir şeyler engelliyordu.
Yıllardan beri emek verdiğim, alın teri döktüğüm üniversite artık bana dar gelmeye başlamıştı. Nasıl gelmesin ki ne yaptığımızın kıymeti biliniyordu ne de söylediğimizin. Bilim insan mıyız, profesör müyüz kimsenin taktığı yoktu. Her gün derslerine girdiğim, tüm bildiklerimi öğretmeye çalıştığım öğrencilerim de olmasa bir gün durmam giderim buralardan diyordum.
Zaten yaşım da kemale ermişti.. Çekip gitsem memleketime, kendi bağımı bahçemi ekip biçsem, kuş sesleriyle, koyun kuzu melemeleriyle günlerimi geçirsem diye düşünüyordum ama içimdeki ses “hele biraz daha bekle, biraz daha sabret, düzelir belki” diyordu. Ama düzeleceğini de hiç sanmıyordum.
O yüzden son zamanlarda içimdeki isyanı mısralara dökmeye başlamıştım. Gençliğimden beri yazdığım şiirlere yenilerini ekliyor, benim için çok gerilerde kalan aşk ve sevda sözcüklerinin yerine daha çok dağları taşları, ağaçları kuşları koyuyor, hayallerimle teselli olmaya çalışıyordum. Galiba ben yaşlanıyordum. Ama o kadar da değildi tabi. Gönlüm gençti. Bazen kalbimin on sekizlik delikanlının yüreği gibi çarptığını, ruhumun alıp başını çok uzaklara gittiğini hissediyordum.
Pencerenin önünde ayakta dışarıyı seyredip, eski günlerin hayaline dalmışken, odamın kapısı çalındı. Bir şey sormaya gelen öğrenci ya da asistanlardan biri sanıp, ‘girin’ dedim.
Yerime oturmadan kapının açılmasını bekledim. Kapı yavaşça açıldı, içeriye ilk defa gördüğüm genç bir adam girdi. Uzun boylu, kumral tenli, yeşil gözlü biriydi.
“Buyrun” dedim.
Bir iki adım attıktan sonra karşımda durdu. Omzunda bir çanta vardı.
“Merhaba Hocam. Kusura bakmayın habersiz geldim. Ben gazeteciyim. Müsaitseniz, sizinle tanışmak ve biraz da sohbet etmek istiyorum” dedi.
“Buyur, otur” diyerek, masamın önündeki koltuğu gösterirken, ben de yerime oturdum. Ona neden geldiğini, ne istediğini sormadan önce,
“Eğer Amerika’da olsaydım sana ‘vaktim yok’ derdim ama Türkiye’de en bol şey zaman” dedim. Gülümsedi..
“Madem gazetecisin, beni arayıp buldun, tabi ki tanışırız. Ancak önce ben seni tanımak isterim. Kimsin, necisin, nerde çalışıyorsun? Ayrıca Adanalılara da benzemiyorsun. Memleket nere?”
Benim adım Tuncay Dağlı ,İskenderunluyum ddiye kendini tanıttıktan sonra,
“Adanalı değilim Hocam” dedi. Ama birkaç yıldır Adana’da yaşıyorum. Muhabirlik yapıyorum. Sorumlu olduğum alanlardan biri de sizin üniversiteniz. Burada yapılan araştırma ve bilimsel çalışmalarla ilgili haberler de yazıyorum. Size gelmemin bir nedeni de bu.”
Tanrı misafiri gibi gelip, karşımda oturan genç gazeteci sözleriyle, yanıma bilinçli bir şekilde geldiğini ve bir amacının olduğunu hissettiriyordu.
“Gazetecileri bilirim.. Akşama kadar haber peşinde koşarlar. Zor meslek seninki, ama zevkli. Bizim gibi tarlada, bahçede ya da öğrenciler arasında ömür tüketmiyorsun. Ama insan yaptığı işi severse yorulmaz. Mesleğini seviyorsundur umarım.”
“Seviyorum Hocam. Çok koşturuyorum fakat iyi haberler yakalayınca mutlu oluyorum.”.
Genç gazeteciye kanım ısınmıştı. Aslında gazetecilere yakın biri değildim. O güne kadar basınla falan da bir işim olmamıştı. Biz bilim insanları zaten öğrendiklerimizi, araştırdıklarımızı ya kendi aramızda ya da öğrencilerimizle paylaşırız. Yani halkla falan işimiz olmaz. Pek çoğumuz da bizim yaptığımızdan, araştırdığımızdan halka ne diye düşünürüz. Ama ben şahsen halkın da bizden beklentilerinin olduğunun farkındayım. Bu yüzden gazetecinin benden istediği bilgileri verecektim.
“Evet, sor bakalım” dedim.
“Hocam, Çukurova’nın toprağı da insanı gibi bereketli. Ne ekersen bire on veriyor diyorlar. Çarşıda pazarda istediğimiz her türlü meyveyi sebzeyi bulabiliyoruz, hem de başka yerlerden çok daha ucuza. Ancak son zamanlarda buralarda bir şeyler değişmeye başladı. Tekstil fabrikaları kapanıyor, şirketler başka şehirlere taşınıyor, eskiden iş için binlerce insan buraya gelirdi şimdi bu yörenin insanı bile iş bulamıyor. Ayrıca bembeyaz pamuk tarlalarında şimdi başka bitkileri görür olduk. Ayrıca daha vahim bir olay var, tarlalara, bahçelere devamlı binalar dikiliyor. Siz bitki koruma uzmanısınız. Bu değişim neden oluyor, toprak mı verimsizleşiyor, bitkilerde mi bir sorun var?”
“Bak delikanlı, Çukurova gerçekten de çok verimli topraklara sahip. Bu topraklar iyi işlendiği, doğru ürün seçimi yapılıp, yabani bitki ve zararlı böceklerle mücadele iyi yapıldığı takdirde, fazla da kimyasal gübre kullanılmazsa çok uzun yıllar yüksek kalitede ürün verir. Ama gidişat iyi değil bilesin. Çünkü burada şimdi bir soya furyası başladı. Her yere soya ekiyorlar. Pamuğun yerini soya aldı. Fakat bu doğru değil. Pamuk bu yörenin bitkisi. Adana deyince akla pamuk gelir. Bu hükümet Amerika’dan tonlarca soya tohumunu ithal etti. Yanlış yaptı. Biz ithal edilen bu tohumların bazılarında hastalık ve zararlı böcek tespit ettik. Tarım Bakanlığı’nın soya tohumu ithal etmeden önce üniversitelere sorması gerekirdi ama maalesef kimse bizi adam yerine koyup ta sormadı. Korkarım ki soyanın bölgeye adaptasyonu zor olacak. Pamuğun ekim alanını daraltırlarsa ileride ülkemiz pamuk ithal eden ülke durumuna düşer.”
“Hocam, demekki Amerikalılar reklamını iyi yapıyor. Çünkü toplumda öyle bir kanı oluştu ki sanırsınız soya pamuktan çok daha kıymetli.”
“Olur mu öyle şey.! Pamuk bizim yörenin bitkisidir. Pamuk da buğday gibi buram buram Anadolu kokar..”
“Çok haklısınız Hocam. Benim bunu mutlaka haberleştirmem lazım. Hem de geniş kapsamlı ve dikkat çekici bir haber olmalı bu. Anlattıklarınızı yazmak istiyorum, bir sakıncası yoksa..”
“Elbette yazabilirsin.
Benden istediği bilgileri aldı ve gitti.. Aradan birkaç gün geçti, öğleden sonra geldi. Açık kapıyı tıklatıp, “müsait misiniz Hocam. Yine aramadan geldim, kusura bakmayın. Geçerken bir uğrarayım demiştim” dedi, gülümseyerek. Onu görünce mutlu olmuştum.
“Gel bakalım gel.. Anlat neler yaptın. Ne oldu bizim haber. Hani sen bana kitap getirecektin?”
“Getirdim Hocam, getirdim. Hem kitap getirdim hem de sizinle konuştuğumuz konuyla ilgili yayınlanan haberin bulunduğu gazeteyi.”
Sonra çantasından çıkardığı gazeteyle birlikte iki kitabını masamın üzerine bıraktı. Biri şiir, diğeri öykü kitabıydı.
Gazeteye bakmadan önce kitapları elime alıp, önce şiir kitabını inceledim. Sonra gazeteye baktım. Yazdığı haber de çok güzeldi. Soruna dikkat çekmiş, hem bakanlık yetkililerini hem de tarım üreticisini uyarmıştı.
“Helal sana. Çok güzel haber yapmışsın. Sorumlu bir gazeteci diye ben buna derim işte. Bir kez daha teşekkür ediyorum. Bundan sonra her türlü bilgi ve belgeyi benden alabilirsin.”
“Sağolun Hocam. Bana güven duymanız beni mutlu etti. O zaman size bir şiirimi okumak isterim müsaade ederseniz.”
Masamın üzerinde duran kitabını aldı ve içinden “Çoban Yıldızı” adlı şiirini okumaya başladı.
Çok anlamlı bir şiirdi Çoban Yıldız’ı. O kendisini anlatmıştı mısralarında. En çok da “sahte dostlar arasında bulaman beni” demesi etkilemişti beni. Etrafımızda o kadar riyakar, o kadar sahte yüz varken, gerçek bir dost bulmak kolay olmuyordu.
“Çok güzel yazmışsın evladım be. Bak şimdi duygulandırdın beni.”
Ancak ne gazeteci dostumun haberi ne de değişik kanallardan yaptığımız uyarılar dikkate alındı. Gerçeğin acı yüzü ise zamanla kendini gösterdi. Çiftçilerimiz soya bitkisinin Çukurova’nın toprağına ve iklim koşullarına adapte olamadığını görüp, bu konudaki şikayetlerini artırarak, değişik yollarla Tarım Bakanlığı’na ilettiler. Tarım Bakanlığı ise konuyu bize sormak yerine, işgüzarlık yapıp, ‘Soya Fasulyesi Uzmanı Amerikalı Profesör Sinclair’i, konferans vermek üzere Adana’ya davet etti. Ancak Profesör Sinclair’le ben önceden tanışıyorduk. Kendisi Türkiye’ye gelmeden önce durumu bana bir mektupla bildirdi. Konferans günü de toplantının yapılacağı yerde buluştuk.
Kalabalık bir topluluğun bulunduğu konferans salonunda önce Bakanlık yetkilisi konuştu ve soya bitkisi ile Profesör Sinclair hakkında övgü dolu sözler söyledi. Ardından Profesör Sinclair kürsüye çıktı ve bilimsel verilerle geniş kapsamlı bir konuşma yaptı.
Profesör Sinclair konuşmasını tamamladıktan sonra, Tarım Bakanlığı Müsteşarına dönerek, ‘Beni niçin buraya getirdiniz? Bunun için Bakanlığınız bir hayli masraf yaptı. Halbuki siz, beni davet edeceğinize Mehmet Hocayla işbirliği yapsaydınız, sizin için daha karlı olurdu. Mehmet Hoca, bu yörenin bilim insanı. Hem doktorasını da Amerika’da yapmış biri. Bu konuyu da çok iyi biliyor” dedi. Ardından beni kürsüye davet etti, ben de yörede rastlanan virüslerin bitkilere nasıl zarar verdiğini etraflıca anlattım. Bu arada bitkileri virüslerden koruduğumuzu ama Çukurova’nın verimli topraklarını insanlardan koruyamadığımızı söyledim. Binlerce dönüm toprağımıza pıtrak gibi beton binalar dikildiğini, bu gidişle ne pamuk ne de meyve sebze yetiştirecek tarım toprağı kalmayacağını anlattım. “Bunun kötü sonuçlarını zaman içinde çok daha iyi göreceğiz. Bir kuru soğana muhtaç olursak hiç şaşırmam” dedim.
Gazeteci dostum bu toplantıyı da izleyip, benim sitemimi öne çıkararak haberleştirdi.
Onunla zaman içinde diyaloğumuz daha da gelişti. Ağabey-kardeş gibi olduk. Ancak yıllarca alnının akıyla gazetecilik yaptığı, emek verdiği Adana’dan birgün ansızın çekti gitti. Şiirlerinin birinde “gözyaşlarımı, kahkahalarımı, yanıma aldım / caddelerindeki ayak izlerimi bir bir topladım / sevinçlerim mutluluklarım / ve de hüzünlerim sende kalsın / ben gidiyorum Adana” diyerek İstanbul’a taşındı.
Yıllarca emek verdiğim Çukurova toprağı gözümün önünde insan eliyle yok edilirken, gördüğü vefasızlıklara dayanamayan genç bir dostum da bırakıp gitmişti buraları.
Giden geri gelmiyor..!
Sen ne zaman özüne döneceksin, kadir kıymet bileceksin..!”
Daha ne kadar kaybedeceksin sen Çukurova, Çukurovalı ?
Prof. Dr. Mehmet Asil Yılmaz
Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi E. Öğretim Üyesi