EVLİLİK PAZARA KADAR MI YOKSA MEZARA KADAR MI OLMALI?
EVLİLİK PAZARA KADAR MI YOKSA MEZARA KADAR MI OLMALI?
Farklı bir öneriyle gündeme damgasını vuran bu konu; benim de her zaman dikkatimi çekmiştir. Yıllar önce (23.09.07), Alman milletvekili adayı; evlilik sözleşmesi 7 yıla indirilsin dedi ve hemen ülkemizde çarşıda pazarda, mikrofonlar vatandaşa uzatıldı. Vatandaş o an içinden geldiği gibi kameralara yorumlarda bulundu. Genç bekâr kadınlar; biriyle bir ömür geçer mi? Diye derinden sesli düşündüler. Evli olanlar; eşlerimiz bizi asla bırakmaz ya da gitseler de kürkçü dükkânına geri dönerler. Erkekler; kendilerine azgın teke tanımlamasını yakıştırdılar. Ve haberin başlığı; azgın tekeler olarak anons edildi televizyon ekranlarında sunucuların hafif gülümsemeleriyle… Erkekler yine kendilerine çapkınlığı görev bildiler. Acaba asıl sorun erkeklerin arayışlarından mı kaynaklanıyor?
Toplumuzda erkekler zaten aradığını rahatlıkla bulabiliyorlar. Mağdur durumda olan kadınlardır aslında. Evli erkekler, bekârlara göre daha rahat arkadaş ve sevgili bulabiliyorlar. Oysa evli kadınların telefonunda bir belgeseli izlemesi bile, bir cinayet sebebidir eşleri açısından.
Kadınlar evlilik kurumlarında yeterli derecede baskı altında olduklarından, belli bir sınırlama (evlilik sözleşmesi); belki de kadınların da kendilerinin farkına varmalarında faydalı olacaktır. Evliliklerde kadınlar hep bir sömürü zincirinin kopmayan halkasıdır. Öncelikle eş, anne, gelin, kaynana, evin hanımı, hatunu hizmetçisi bekçisi rolleri sunulmuş iken, erkeklere düşen ilk görevde öncelikle; “çapkınlık”… Sonra her sabah, evine kısıtlı derecede ekmek parası bırakıp, ardından akşam eve gelip hesap sormaktır. Ve “evi dişi kuş yapar” atasözüyle kadınlara bu koşullar altında, tasarruf yapılması gerektiği, sorumluluğu yüklenir. Bu kısır döngünün de bir ömür boyu sürmesi istenir. Çünkü evlilik, pazara kadar değil mezara kadar, inanışıyla başlamıştır. Evliliğini sürdürmekte yine kadının olağanüstü başarısına bağlıdır.
Gerek ekonomik durum, dini inanış ve toplumsal statü açısından, evli olmak geçmişte olduğu gibi günümüzde de bir ayrıcalıktır kadınlar için. Bekâr kadınların bir yarısı eksik sayılır her zaman. “Maşa kadar kocası olanın paşa kadar hükmü olur” atasözü evliliğin kerametini açıkça ortaya koymaktadır.
Boşanmış kadınlara toplumda neredeyse, cinsel bir obje gibi bakılıp tekrar evlenmeleri sıcak karşılanmadığı halde, erkekler korunmaya alınır. Ve boşanmış erkeklere yeniden evlenip sıcak bir yuvaya kavuşması; çamaşır, yemek ütü ve bulaşıklarının düzene binmesi için eş dost el birliğiyle çalışır. Erkeklerin birçok elektronik aletle çözümlenebilecek bu basit gereksinimleri karşısında, kadınları bekleyen ve erkek gücüne dayanan daha ağır yükler somut olarak kadınların omzunda. Ev taşıtmak, hatta yolculuklarda valizlerini taşımaktan yaşadığı güçlüklerden dolayı, evlenmek zorunda kalan bayanlar da bulunmaktadır.
İşte birçok insanın bu mecburiyet ilişkisine dayanan birlikteliği sonucu, asıl evliliğin temel taşına her an patlayacak bir dinamit yerleştiriliyor. Feodal bir inanıştan dolayı, başlangıçta birçok zorluğun üstesinden gelir diye düşünülen erkek gücü, gölge olmaktan öteye geçemiyor evlilik süresince. Yine sorumluluğun çoğu, kadınların sırtına biniyor.
Bu egemenlik altında devam eden evlilikte karlı çıkan kim? Devam edip etmemesi kimin işine yarıyor? Tabiî ki erkekler her zaman ki gibi büyük farkla öndeler.
O halde kadınlar neden bu hastalıklı durumdan kurtulmak istemesinler, kanun hak tanırsa! Yani boşanmalar; kadın açısında da toplumda onay görmeli ve desteklenmelidir. Kadınlara vebalı gibi bakılıp aşağılanmaktan vazgeçilmelidir.
Evlilik hiç sürgüne gitmeyip, aynı tozlu masada emekli olan bir devlet memuru gibi mi olmalı… Ya da cesaret örneği gösterip tüm haklarından vazgeçip emekliliğin son ayında istifa ederek özel sektöre geçen, işlerin en ağırını yüklemeye hazır bir işçi gibi mi olmalı… Evlilikler rutine binince, tozlanıyor ve paslanıyor. Sanırım bir tedirginlik ve motivasyon gerekiyor bu kurum için. Evli insanlar, ömür çizgisiyle at başı giden bu durumdan çok yara alıyorlar birliktelikleri süresince. Oysa yürüyemeyen bir ata binmenin ne anlamı var.
Montaigne’in dediği gibi; “karı koca arasındaki sevginin, arada bir ayrılmakla gevşeyeceğini sanırlar. Bence hiç de gevşemez. Tersine, fazla sürekli bir beraberlik bu sevgiyi soğutur, bozar. Uzaktan her kadın insana hoş gelir. Herkes kendi hayatından bilir ki, her gün birbirini görmenin tadı başka, ayrılıp kavuşmanın tadı başkadır”.
Evlilik insanoğluna sunulmuş en büyük serüvendir bence. Başlangıçta sıradan başlayan bu olayın zamanla bilinmedik çok yönlü bir denklem olduğu anlaşılır. İki ayrı insan’ın bir arada olmak zorunluluğundan başka vahim olan bir durum, daha ne olabilir ki… Her şeyden önce kişilik çatışmasında kim etkiliyse, diğeri onun egemenliğine girmek zorunda. Bundan sonra biri bizi gözetliyor evinden daha beter hale geliyorsunuz. Her hareketiniz artık kontrol altında. Eğer birçok şeyden fedakârlık yapıp karşı tarafa taviz vermişseniz. İşte bununla evliliğimiz yerleşti deniliyor. Aslında bir asimilasyon söz konusudur. Burada dominant kişinin şiddeti devam ediyor (kadın ya da erkek olması fark etmiyor) evlilik süreci boyunca.
Ten uyuşmazlığı bir yana, her dakika aynı havayı mecburen solumak zorunda olan ve yorganın iki ucunu çekiştirmekten bir ömür bıkmayan, zıtlık içinde “iki kişilik bir ortaklık evlilik”. Sadece bir cinsel gereksinim içinde oldukları için evlenen insanların bile, zaman içerisinde cinselliğin işkence haline dönüşmesi eyleminden payını almaları da azımsanmayacak ölçüdedir. Mutsuz evliliklerin temelindeki mutsuz cinsellik sonrası, beynin geçici olarak salgıladığı morfin etkisiyle, bu durum kısa süreli bir hazza dönüşse de, tıpkı anestezi sonrası tolere edilmeyen ağrılar doğurur, sevgisiz ve tek yönlü birliktelikler. Bu yüzden dayanma gücünü artırmak için bağımlılarda olduğu gibi yüksek doz ilaç enjekte etmekle eşdeğerdir mutsuz evlilikleri sürdürmek. İnsanlar işte bu yoksunluk sendromunu yaşamamak için, evlilik bağımlılıklardan kurtulmak istemezler bir türlü, ne yazık ki…
Zoraki bir evliliği sürdürmek, tıbbi tedaviden kaçan bir hastadan beter durumdan olmaktan başka bir şey değildir. İnsanlara ameliyat öncesi; “ameliyatı ve doğacak komplikasyonları kabul ediyorum” diye imzalattıkları bir form gibidir işte evlilik. Ameliyattan uyanmama durumu her zaman büyük bir ihtimal olup, sonrasında organlarınızın konumu da değişebildiği için, bu form imzaya sunulur. Yanlış evlilik serüveninde operasyonlar bitmez, kan kokusuna doymayan bir cerrahın meslek yaşamından yapabileceğinden daha fazla operasyon söz konusudur.
Evlilik yaşamına atılan ilk adımda; kadın ve erkek olgusu bir yana, sağlam insan tanımına uyan eşlerle ortaklık kurularak yol alınmalıdır. İnsan, canlılar içerisindeki zekâ düzeyi en yüksek olan ve bu sayede vahşi doğa koşullarını yenmesini bilen, sürekli süreçler geçiren; toplumsal, sosyal, psikolojik tam bir denge ve iyilik içinde olan yüce bir varlıktır. Her yönden sağlıklı eşler, sağlıklı aileleri ve onlar da, sağlıklı toplumları doğururlar. Mutlu bir dünya yaratmanın sırrı, işte bu iki paylaşımcı kişi arasındadır.
Özellikle kadın cinayetlerinin önlenmesi açısından; evlilik gibi ‘boşanmaların da’ eşler arasında “başlangıçta yapılan bir sözleşmeyle” garanti altına alınması gerekir.
Mutlulukla kalın. Saygılarımla.
Hilal Uludağ