HASTAYI HASTALIĞI TANIMAK VE ANLAMAK
HASTAYI HASTALIĞI TANIMAK VE ANLAMAK
Murtaza sağlık memuruydu genelde sıhhiye diyorlardı ona mahallede. O zamanlarda sıhhiye demek, doktordan da önde gelirdi. Bulunduğu mahallenin semtin en aranılan kişisiydi. Kendisi ufak ama adı büyüktü. Murtaza 160 cm boyunda üflesen yıkılacak durumdaydı. Avurtları çökük, kaşlar balta girmemiş orman gibiydi ön dişleri de hafif çıkıktı ama yaptığı işten dolayı kimse onun bu yönünü asla göremezdi. Kendisinden ağır çantasıyla ev ev dolaşır iğne ilaç ne varsa dağıtırdı. Çalıştığı hastanenin de en kıdemlisiydi. Tecrübesi bir yana iş arkadaşlarına ağabey baba ve kardeşti. Öyle ki maddi manevi arkadaşlarının derdine çareydi. Çalıştığı hastanenin Ruh ve sinir hastalıkları polikliniğinin tek sinirleri bozulmayan elemanıydı. Hastane dışındakilerin bile dikkatinden kaçmıyordu bu durum. Dışarıdaki iletişimi neyse hastanede de aynı nezaketini koruyordu, gerek hastalara ve gerekse iş arkadaşlarına. Okul arkadaşı Selim sağlık dışında çalışmasına rağmen, iş stresinden dolayı tedavi oluyordu. Ama Murtaza’nın sinirleri çelik gibiydi. Başhekimin de en gözde elemanlarındandı. Verilen hiçbir işe itiraz etmez ve layıkıyla yerine getirirdi. Bu yüzden hasta sevkinde en çok Murtaza’ya görev verilirdi. Bu konuda da diğerlerinden daha çok tecrübeliydi. O dönemlerde sadece Elazığ’da bulunan ruh ve sinir hastalıkları Hastanesine en az haftada bir hasta sevk edilirdi. Hastalara refakat etmek Murtaza’ya düşerdi. Kendisi de o taraftan olduğu için hastayı hastaneye bıraktıktan sonra eş dost akrabalarını da ziyaret eder birkaç gün kalır hasret giderir öyle dönerdi çalışma yerine. Aslında O daha dönmeden bıraktığı hastalar çoktan memleketine dönmüş olurdu. Geldiğinde yine aynı hastayla yolculuk başlardı. Hastalar adeta Murtaza’nın sinirleriyle oynuyorlardı ama Murtaza profesyoneldi etkilenmiyordu. Bazen hastalarla yolculuk yaparken sorunlar çıkmıyor değildi Ama serinkanlılıkla çözüyordu. Bir gün mola yerinde hasta tuvalete gideceğini söyledi, Murtaza da o anda lokantada çay içiyordu. Bir müddet sonra bir bağırış çağırış polis jandarma yığıldı mola yerine. Murtaza da ne olduğunu anlamaya çalışırken, bir de ne görsün, beraberindeki hasta damda el sallıyor Murtaza’ya. Herkes nefesini tutmuş bakıyor damdaki hastaya. Jandarma ve polisin çabaları işe yaramadı. Hastayı ikna etmek yine Murtaza’ya kaldı. Hastayı indirdiler ve yola devam ettiler hiçbir şey olmamış gibi.
Bir gün ağır şizofren bir hastanın sevkinde refakat etmek görevi yine Murtaza’ya verildi. Bu defa iş gerçekten zordu ama böylesi işler tam da Murtaza’ya göre olduğundan başhekim düşünmeden Murtaza’yı görevlendirdi. Şizofren hasta 190 boyunda düzgün fiziki görünümdeydi ve ağzı laf yapıyordu. Ayrıca bu yolda gide gele bir hayli tecrübe edinmişti.
Yolda hiçbir sorun çıkmadı hastanenin kapısına varıncaya kadar. Hastanenin kapısından girdiler ve acilin önünden hasta Murtaza’nın elindeki dosyaları kaptı ve “buyurun hastayı getirdim” diyerek dosyayı ve Murtaza’yı verdi hastane yetkililerine. Murtaza’yı yaka paça aldılar demir kapılı kilitli bir odaya kapattılar. Murtaza’nın bağırışları hastaneyi inletiyordu “ben deli değilim, ben hasta değilim” ama sesini duyan yoktu. Sonuçta oradaki herkes bunu söylüyordu. Kim “ben deliyim” derki…
Murtaza’yı sakinleştirmek için hemen bir elektroşok yaptılar. Kendine geldiğinde bambaşka bir yaşamın içindeydi. Hemen vizit yapıldı tedavisi düzenlendi, dosyasına göre en ağır psikotik ilaçlar verildi. Bu arada diğer şizofren hasta elini kolunu sallayarak çoktan evine dönmüş yaşama karışmıştı. Murtaza yeni yaşamın acımasızlığından kendini kurtaramıyordu. Verilen tedaviden dolayı sürekli uyku halindeydi. Her gün elektroşok yapılıyordu. Ve ilaçları hemşire başında durarak zorla içiriyordu. Ne zaman “ben hasta değilim” dediğinde hemen tedavinin dozu arttırılıyordu. Altı ay olmuştu Murtaza hala tedavi altındaydı.
Bu arada başhekim Ankara’ya, bakanlığa birçok yazı yazmıştı Murtaza hakkında. Şu sicil numaralı personelimiz, “sevk için refakat ettiği ağır şizofreni vakasıyla beraber kayıplara karışmış olup akıbeti hakkında acilen malumata ihtiyacımız vardır arz olunur” diyerek gönderilen sayısız resmi yazılar…
Herkes Murtaza’ya ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Yer yarılmıştı içine girmişti sanki.
Murtaza’nın bu olandan bitenden haberi yoktu haliyle. Murtaza durumunu kabullendikçe servisteki personel de tedaviye cevap verdi diye seviniyorlardı. Ve tedavisinde de bazı değişiklikler yapılmıştı, bazı ilaçlar azaltılmıştı. Bu durumdan dolayı Murtaza kendine gelir gibi olmuştu, tam da böyle bir durumda hemşire ilaç dağıtırken, “hemşire hanım ben hasta değilim, isterseniz çalıştığım yeri ya da Ankara’yı arayın sorun, ben şu sicil numaralı sağlık memuruyum, inanın doğru söylüyorum” der. Hemşire bu duruma inanır ve bakanlık aranır. Zaten bakanlıkta, mevcut yazışmalar vardır Murtaza’nın kaybolduğuna dair. Uzun süren yazışmalar sonucu Murtaza alıkonulan hastaneden kurtarılır. Tüm ağır tedavilere ve hastaların “işkence” dedikleri elektroşoklara rağmen Murtaza hastanesine döndüğünde kaldığı yerden devam eder görevine, gülüşünden ve insanlığından hiç bir şey eksilmeden. Murtaza’nın gülüşleri ve saygın halleri hala gözlerimin önünde. Sivas Numune Hastanesi Acilinde beraber çalıştığı “ben hastayı ve hastalığını gelişinden tanırım ama yıllardır Murtaza’nın başına gelenleri anlayabilmiş değilim” diyen ve mesleğinde iddialı bir genel cerrah acı bir gülümsemeyle anlatmıştı Murtaza’nın dramını… Dün gibi aklımda hala…
O dönemlerde tomografi MR gibi teşhise destek veren ekipmanlar yoktu. Sadece röntgen vardı. O yüzden cerrahımız gerçek anlamda alanında bir numaraydı. Gözleri birer ultrason elleri tomografi ve MR gibi hastanın tüm organlarını tarayan onun gibi cesur yürekli Cerrahlar ne teşhis ne de tedavilerinde hiç yanılmıyorlardı.
Ayrıca nöbetteyken kendi branşı dışında olmasına rağmen hayat kurtarmak adına kadın doğum alanına giren sezeryanları yaparlardı. Ayrıca gözden kaçan bir dış gebelik vakasını da nöbetimde Taksim hastanesindeki o yetenekli genel cerrah yapmıştı. Sabaha bırakmamıştı, kurtulmuştu kadının yaşamı.
İstanbul Üniversitesi Çapa hastanesinde Kalp cerrahlarının 24 saat kesintisiz ameliyatlarına tanık oldum bir su dahi içmeden…
İlk atamamın yapıldığı Mersin Devlet Hastanesinde, cerrahiyi sevdiğimden dolayı bir müddet cerrahi servisinde ve en çok ameliyathanede çalışmıştım. Elektrik kesintisi yaşadığımız bir böbrek taşı ameliyatında, personel bir ayna ile pencereden güneş ışınlarını yansıtmıştı ameliyat bölgesine. Operatör doktorun terler alnından akıyordu, unutamadığım ameliyatlardandı. Jeneratör yoktu o zamanlar. Başarıyla sonuçlanmıştı ameliyat yine de…
Son zamanlarda Niğde’de tanıdığım cerrahtan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Yaptığı mide endoskopisinde koyduğu ön tanı materyalin tetkik sonuçlarıyla doğru orantılıydı hep. Yani koyduğu teşhisle laboratuar sonucu aynı çıkıyordu. Ve bir o kadar da saygılıydı hastalarına karşı.
Hani o kan kokusuna dayanamayıp bayılan çoğunluğun aksine cerrahlar kan kokusuna öyle alışıklar ki onsuz asla yapamazlar… Böyle kokular arasında tanırsınız işte cerrahları… O serviste tanıdığınız kişi değildir sanki. Ameliyatın gidişine göre kimi gergin, kimi sakin ve eğlencelidir ameliyathanede. Bazen tüm aletleri fırlatan, bazen şarkı söyleyen… Ameliyat iyi giderse, haydi çocuklar tüm yemekler benden diyenler…
Mersin’de girdiğim ilk ameliyat tam bir kâbustu. Çünkü tüm aletleri fırlatmıştı cerrah. O serviste sessiz sakin hiç konuşmayan doktorun bir anda huyu değişmişti. Neyse ki ameliyat bitiminde maske bone ve eldivenler çıkarılıp normal duruma dönünce “ilk ameliyata girişinde bu durumlar olmamalıydı” diyerek üzüntüsünü belirtmiştir.
Fakat farklı bir genel cerrahımız ameliyatın en gergin anlarında Türk sanat müziği icra ederdi. Nasıl geçtiğini anlayamazdık ameliyatın. Anestezi teknisyenlerinin elinde kâğıt kalem doktorun repertuarını not ederdi. İşte cerrahları en iyi ameliyathanede tanırsınız.
İnsan bedenini kusursuz bir terzi gibi biçip dikmek gibi vücut bütünlüğüne yönelik bu eylemi yapma hakkı cerrahlarda değil midir? Eğer vücudunuzda bir ameliyat izi kalmışsa iyi bir sanatkâr değildir cerrahınız. Mesele sadece kesip biçmekte değil işte, işin sanat yönü de önemli.
Ameliyata girildiğinde ameliyathane susar ve sadece cerrahların o maharetli elleri konuşur.
Doğum ve ölümün tek tanığıdır onlar. İlk çığlıktan son nefese kadar bedenimizi emanet edebileceğimiz emin ellerdir. Nüfusa yapılan ilk kaydımız ve nüfustan düşeceğimiz son kayıt onların eliyle olur.
Celsus ideal bir cerrahı şöyle tanımlar “bir cerrah genç olmalı ya da yaşlılıktan çok gençliğe yakın olmalıdır, elleri güçlü ve sağlam olup asla titrememelidir. Sol elini de en az sağ eli kadar iyi kullanmalı, gözleri keskin, ruhu cesur olmalı, hastasını iyileştirmeyi isteyecek kadar merhametli olmalı ama onun haykırışlarına bakıp çok hızlı ya da gereğinden az kesmemelidir, bütün çığlıklar onun duygularını hiç etkilemiyormuş gibi işi neyi gerektiriyorsa onu yapmalıdır” . Buradan çıkan sonucun, cerrah hekimin, standart hekimden daha özel niteliklere sahip olduğu açıktır. Mesleğinde anne kadar Müşvik olacak ama baba kadar otoritesine sahip olup profesyonelce davranacak.
İşte tarih boyunca böyle özel olduklarından dolayı yüceltilmişlerdir cerrahlar.
Hekimler dünyadaki Tanrının ellerimidir acaba?
Narsistik kişilikleri de mesleklerindeki bu durumdan mı kaynaklanıyor acaba?
Yaşam ve talihlerini etkilediğinden dolayı tarih öncesi çağlarda güneş ay ve doğa olaylarına tanrılık yakıştırılıyordu. İşte bu bağlamda hastalıkların iyileştirilmesinde de “tanrı hekim” kavramı oluşmuştur. “Mısır mitolojisinde MÖ 2800 yıllarında yaşamış ilk tanrı hekim, İmhotep, eski Yunanistan’da MÖ 1200’lerde yaşadığı sanılan Aesculapius “tanrı hekim” olarak kabul edilir. Hekimlerin babası Hipokrat da “tanrının soyundan” gelmiştir inanışa göre.
Tıp ve din kişiyi kötülüklere karşı korumayı hedeflediklerinden dolayı iç içe olmuşlardır. Din kurumsallaşmaya başlayınca, tıp tapınaklara taşınmış. Sokrates’ten etkilenen tıbbın babası Hipokrat tanrıların etkisinde kalmayarak bilimsel bir yol izlemiş, tıbbı tapınaklardan yeryüzüne indirmiştir. İşte hekimlik özelleşmeye başlayınca “tanrı hekim” kavramı cerrahi ile ilgilenen hekimlere doğru kaymıştır.
Hastayı ve hastalığı tanımak ve anlamak bir bütün olarak her alanda önemlidir. İnsana önem vermek hayat kurtarıcıdır her zaman. Murtaza “ben hasta değilim” dediğinde o yanlış tedavi yerine zaman harcanıp durumunu anlamaya çalışsalardı, çektiği zulümden en başta kurtulmuş olacaktı. Yine bir hemşirenin Murtaza’ya önem verip onu dinlemesi ve anlaması yaşamını kurtarmıştır. İşte tedaviden önce anlayıp bir bütün değerlendirmek gerekir hastayı. Bazen reçete yerine insanın yaşam tarzını değiştirmek en iyi tedavidir.
Profesyonel hemşirelik hastaları sadece hastalık olarak değil, bir bütün olarak ele alıp tüm yönleriyle tanımaktır. İnsan çevresiyle Yaşantısı alışkanlıkları hastalığı ve sağlığıyla bir bütün ele alınmalıdır. Hastanın öncelikle bir insan bir adı ve kimliğinin olduğu kabul edilmelidir. Hastane yataklarında yatan bir numara, ameliyathanede bir apandisit, safra kesesi ve mideden ibaret değil, hasta bir bütündür. Bir bilim ve sanat olan hemşirelik mesleği ne zaman ön plana çıkar profesyonel hemşireler çoğalır ve meslekleşme yolundaki dikenli teller kaldırılırsa, işte o zaman insana insanca davranılacaktır. Bir meslek hem yetkin hem de etkin olmalı. Ayrıca yetkileriniz dar bir çerçeveyle sınırlandırılmış, kanundaki tanımız basit cümlelerle sınırlı ise çabalarınız kişisel olmaktan öteye gitmez.