“HİPERAKTİVİTE”, GENETİK İDDİALAR, PSİKİYATRİ  İLKEL BİLİM*
SAĞLIK 6.08.2019 10:16:00 0

“HİPERAKTİVİTE”, GENETİK İDDİALAR, PSİKİYATRİ İLKEL BİLİM*

“HİPERAKTİVİTE”, GENETİK İDDİALAR, PSİKİYATRİ İLKEL BİLİM*

Genlerin davranışlarda kendini gösterme süreci popüler yayınlarda anlatılan hikâyelerden çok daha karmaşıktır. Genlerin davranışı etkileme süreci, ortamsal faktörlerden alabildiğine etkilenmektedir. Yaşadığımız duyguların, düşüncelerin ve edimlerimizin, nörokimyasal “karşılıklarının” olması ve bunların olabildiğince anlaşılır kılınması için araştırma yapılması başka bir şeydir, fizyolojik/nörokimyasal özelliklerin anlık fotoğraflarını çekip olmadık yargılara ulaşmak başka bir şey. Psikiyatri, bu anlık fotoğraflara bakarak, kestirme ve indirgemeci bir yargıyla, HADE’nin genetik kaynağı olduğunu iddia ediyor. Oysa araştırma bulguları bu iddiaları desteklemiyor.
“Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği” (HADE) diye adlandırılan sorunun genetikle/kalıtımla alakalı olduğu yaygın bir şekilde ve ısrarla savunulur psikiyatristler tarafından. Bu savunu, elde herhangi bir kesinlik taşıyan bulgu olmamasına karşın, her fırsatta dile getirilir; basın yayın organlarında da bu iddia sıklıkla kendine yer bulur ve dolayısıyla gündelik konuşma dilinde de “kulaktan kulağa” çoğaltılır.
Söylemin düzeni
Sadece HADE ile ilgili değil, gün geçmez, aşkla ilgili, mutlulukla ilgili, başarıyla ilgili genetik buluşların gerçekleştiği yönünde asparagas haberler basına yansır ve sade vatandaşın insana/yaşama bakışı böylelikle şekillenmiş olur; bilincinde olmadan kullandığımız ve çoğalttığımız “dil”, farkında olmadan dünyayı algılayışımızı şekillendirir. Alın size “söylemin düzeni”! (İki “küçük” güncel örnek: Milli Eğitim Bakanı Çelik: “Dayak genetik kodlarımıza işlenmiş.” Bir arabanın gazete reklâmından: “Mutluluğun geni bulundu.”)
İnançla yürüyen bilim
Oysa, insanla ilgili birçok diğer konuda olduğu gibi, HADE denen şeyde de, genetikle ve kalıtımla ilgili herhangi bir somut kanıt yoktur. Kanıt olmamasına karşın, HADE ile ilgili varsayıma dayalı bu genetik iddiaların psikiyatristlerce bu kadar öne çıkarılmasına şaşırabilirsiniz. Şaşıracak bir durum yok oysa; bu tavrın çok somut bir sebebi var: Psikiyatristler bu gelişimsel, psiko-sosyal ve duygusal çocuk ve aile sorununu, bir “hastalık” olarak görmekteler (buna “inanmaktalar”) ve medikal müdahaleye başvurmaktalar; bu “inançlarını” ve uygulamalarını “meşru” bir zemine dayandırmak için de HADE’nin (ve diğer tüm psikiyatrik “hastalık” kategorilerinin) nöro-biyo-kimyasal ve genetik bir “etiyolojiye” (nedene) bağlı olarak ortaya çıktığına dair verilere (iddialara) ihtiyaç duyar.
Neticede, akıldan çıkarmamak gerekir ki, fizyoloji (nöro-biyo-kimyasal özellikleriyle insan bedeni), tıbbın da, bir tıp disiplini olma iddiasındaki psikiyatrinin de, varoluş ve meşruiyet zeminidir.
“Akademinin” sorumluluğu
Fakat ilginç olan şu ki, psikoloji alanında (ve diğer yakın alanlarda) da bu “etiyolojiye” körlemesine inananlar çoğunluktadır. “Tıp bilimine” (ve genetikle ilgili diğer bilim dallarına) yönelik sorgusuz sualsiz güven, bu inancın altyapısını oluşturur. (1)
Oysa bilhassa “akademi”, karşısına çıkan “bilginin” gerçekten bir bilgi değeri taşıyıp taşımadığını sormak, araştırmak ve irdelemekle “sorumlu”, hatta “yükümlüdür”. Bu bilgi, “akademinin” içinden üretiliyor olsa (veya öyle görünse) bile, incelenmelidir, sorgulanmalıdır. Ne yazık ki, “akademi” bu sorumluluğu unutmuş gibidir.
Bir “ibret” örneği
Bu sorumlulukla, hiçbir zaman unutmak istemediğim bu sorumlulukla, yıllardır bu konularda halkı bilgilendirmek üzere yazıp çizdiğimde ise, kendi alanımdan destek görmediğim gibi, psikiyatri dünyasından her dönem başka bir isim karşıma çıkar ve “haddimi bildirmeye” kalkışır.
Her seferinde tek tek her birine cevap vermem mümkün olmamakla beraber, halkı bilgilendirmek adına ve “ibret” olması açısından, bunların bazılarını, deşifre ediyor ve kamusal alanda cevaplıyorum.
Böyle bir örnek de, geçen iki-üç ay zarfında Milli Eğitim Bakanlığı’nın HADE’yle ilgili başlattığı tehlikeli proje hakkında sayısız yazı yazdığım sıralarda, psikolog-akademisyenlerin üye olduğu psikolojiyle ilgili bir elektronik foruma, bir psikolog aracılığıyla iletildi. Kırıkkale Üniversitesi öğretim üyesi psikiyatrist Cumhur Boratav, “HADE’yle ilgili genetik kanıtları yolluyorum, herhalde artık ‘yanıldığınızı’ kabul edersiniz” diyerek, bir web sitesinden temin etmiş olduğu “bilgileri” yolladı. (Görüşlerini kamusal bir alanda paylaştığı ve herkese de iletebileceğimi söylediği için, burada ismini vermemin de hiçbir sakıncası yok.)
Mendel’in ayak izlerini takiben
Psikiyatrist Cumhur Boratav'ın HADE'nin etiyolojisine dair “genetik kanıtlarla” ilgili bana yolladığı bilgiler http://www.ncbi.nlm.nih.gov/entrez/dispomim.cgi?id=143465 adresinden alınmıştı. Ana site “National Center for Biotechnology Information” (Biyoteknoloji Ulusal Bilgi Merkezi) adını taşıyordu ve sitenin alıntı yapılan bölümünün başlığında ise, “John Hopkins University, Online Mendelian Inheritance In Man”(Mendelci Kalıtım Sitesi) ibaresi yer alıyordu.
Mendel (1822-1884), bilen bilir, genetik çalışmaların öncüsüdür. Bilhassa bezelyede gerçekleştirdiği “çaprazlama döllemeyle/üretimle” tanınır. Kalıtımın her iki vericinin ortalaması alınarak değil, baskın genlerin etkisiyle olduğunu göstermiştir. Ölümünden yıllar sonra, soy ıslahı çalışmalarına ilham kaynağı olmuştur.
Fakat maalesef ayak izlerini takip edenlerce, Nazi Almanya'sında “engelliler”, psikiyatrik teşhis yemişler (özetle “defolular”) öldürülmüş, tecrit edilmiş, kısırlaştırılmıştır, bir sonraki neslin iyileştirilmesi yüce amacıyla... (“eugenics” denen “iyi nesil/soy” anlayışı da bir şekilde Mendel’in önermelerinin kullanılmasına dayanır...) (2)
Neticede, Mendel değilse de, Mendelcilik, hiç de iyi çağrışımlar uyandırmaz. Fakat, bilgi nereden gelirse gelsin, eğer bilgi değeri taşıyorsa tabii, inkâr edilmemelidir.
Hangi “bilgi”?
Şimdi Boratav'ın “haddimi bildirmek” üzere yolladığı bilgi kümesine yakından bakalım ve bize ne sunuyor, görelim.
İlgili web sitesindeki yazının daha başlangıç bölümünde şu cümleyi görüyoruz, bir ön-itiraf olarak:
“Hiperaktivite sendromunun geçerliliği, hiperaktif çocuklar ile kontrol grubunda yer alan ‘normal’ çocuklar arasındaki nörobiyolojik farklılığın tutarlı bir şekilde gösterilememesi nedeniyle, hâlâ tartışmalıdır.” (3)
Bu ön-itirafın ardından da, yazıda genetik bağlantıya odaklanan birtakım araştırmalarla ilgili kısa bilgiler yer alıyor. Çeşitli araştırmalara atıfta bulunulmuş bu yazıda. Bunların bir kısmı bir şekilde genetik bağlantıyı araştırmış. Bu araştırmaların hepsini tek tek irdeleyecek değilim. Ama hepsinde sadece bir “ilişkiden” (“korelatif” ilişkiden... hatta kiminde bu bile yok) söz edilmekte ve HADE'nin etiyolojisinde genetik unsurların rol “oynayaBİLECEĞİ” söylenmekte. Bilim nosyonu olan herkes de bilir ki, iki şey arasında bir ilişki bulunması, “sebep-sonuç” ilişkisi adına bize bir şey söylemez. Fakat, psikiyatristlerin araştırmalarına baktığımda ve genel metodolojik zaaflar üzerine bir de bu sebep-sonuç ilişkisi adına bir şey ifade etmeyen korelatif ilişkiye dayanarak, “bulduk, şunun sebebi şu gendeki şu bozukluktur,” gibi olmayacak iddialarla ortaya çıktıklarını gördüğümde, bu araştırma yığınını nasıl tanımlamak lâzım, bilemiyorum.
Zametkin araştırması
Söz konusu Mendelci sitede yer alan araştırmalardan sadece birisine bakarak, nasıl bir ilkel bilimle karşı karşıya olduğumuzu da örnekleyeyim (bu araştırma, adından en çok söz edilenlerden birisi; CHADD adlı, ilaç firması destekli ve kendilerinde hiçbir sorumluluk görmeyen/görmek istemeyen ebeveynlerin oluşturduğu örgütün de çokça öne çıkardığı bir araştırma bu aynı zamanda).
Zametkin ve diğerlerinin 1990 tarihli New England Journal of Medicine adlı dergide yayımlanan çalışmasında (4), özetle HADE’li yetişkinlerin beyinlerinin, dikkat ve ilgiyi, planlamayı, ve motor aktiviteyi yönlendiren “premotor korteks” ve “üst prefrontal korteks” bölgelerindeki glikoz miktarını incelemişler (glikoz: beynin ana enerji kaynağı) ve HADE’li olmayan yetişkinlere kıyasla HADE’li yetişkinlerin bu bölgelerdeki glikoz metabolizmasının yavaşlamış olduğunu bulmuşlar. Diğer bir deyişle, Zametkin’e göre, HADE’li yetişkinlerin beyinlerinin bu bölgeleri, çalışması gerektiği gibi çalışmıyormuş.
Ayrıntıya bakıldığında
Şimdi de Zametkin araştırmasının ayrıntısına bakalım: 50 “normal” yetişkinle (28 erkek, 22 kadın), çocukluğunda HADE’li olduğu “beyana dayanarak” tespit edilmiş 25 yetişkin (18 erkek 7 kadın) karşılaştırılmış (denek sayılarındaki dengesizliğe dikkat). Sonuçlara bakıldığında, sadece erkekler erkeklerle karşılaştırıldığında, ya da sadece kadınlar kadınlarla karşılaştırıldığında, hiçbir anlamlı fark bulunamamış (erkekler erkeklerle kıyaslandığında fark bulunamamış olması bilhassa önemli, zira HADE öncelikle erkeklerde görülen bir problemdir; kızlarda ve erkeklerde HADE'ye rastlanma oranı 1/10 civarındadır).
Fakat cinsiyet ayrımına bakılmadan hepsi birden karşılaştırıldığında, çocukluğunda HADE’li olduğu söylenen grupta glikoz metabolizmasının %8.1 oranında düşük çıktığı bulunmuş (18 erkeğe karşılık 7 kadın olduğunu hatırlayalım burada). Bu %8.1’lik fark da, 60 bölgenin 4’ünde bulunmuş ve Zametkin’in kendisinin de itiraf ettiği üzere “sadece 4 bölgede tespit edilen bulgular tamamıyla tesadüfi olabilir ve başka araştırmalarda bu bulguların tekrar elde edilmesi gerekir.” (5)
Dolayısıyla, bir yargıya varabilmek için, bu bulguların başka araştırmalarda da elde edilmesi şarttır. Oysa Zametkin’in araştırma bulguları, bugüne kadar hiçbir başka araştırmada elde edilebilmiş değildir.
Üstelik bir de performans testi yaptırmışlar deneklere ve bu %8.1’lik glikoz farklılığının performansa hiçbir yansıması olmadığını da bulmuşlar. Diğer bir deyişle %8.1’lik glikoz farklılığının “somut” olarak ne anlama geldiği, neye işaret ettiği de belli değil. Kaldı ki, %8.1 değil de sözgelimi %5’lik ya da %10’luk bir fark bulunsaydı, bu fark ne anlam taşıyacaktı, o da belirsiz, zira %8.1’lik oranın (veya herhangi bir oranın) bir olumsuzluğa/farklılığa işaret ediyor olduğuna/olacağına dair elde somut bir kriter yok. “Ben dedim oldu” mantığıyla da bilim yapılmaz.
İlkel bilim, ahlâksız pazarlama
Hâl böyleyken, böylesine zayıf bir araştırmanın, nasıl bu kadar kamuoyunda öne çıkarılmış, reklâmı yapılmış, “tamam, artık ebeveynler rahat edebilirler –HADE’nin ebeveyn yaklaşımlarıyla bir ilişkisi yok–, HADE’nin biyokimyasal kaynağı bulundu” diye pazarlanmış olduğunu, sormak gerekiyor sanırım.
Ayrıca, belli bir yaşa gelmiş bir yetişkinin beynine bakarak, yani o zamana kadar geçen süreci ve yaşanan deneyimi hiç hesaba katmayarak, beynin etkileşimsel yanıyla ilgili hiçbir inceleme yapmayarak, yetişkinin sadece o an içinde bulunduğu durumun fotoğrafını çekip, bu yaşananın tamamıyla beynin (bozuk beynin) bir üretimi olduğunu söylemek pek abes kaçıyor.
Şöyle bir örnekle daha da somutlaştırayım bunu: Bir grup insan, deney ortamında aşırı bir şekilde korkutulsa ve eşzamanlı olarak adrenalin seviyesine bakılsa, adrenalin seviyesi büyük bir olasılıkla çok yüksek çıkacaktır. Fakat biz bunun üzerine, 1) bu insanların adrenalin bozukluğu yaşıyor olduklarını iddia etmeyeceğiz, edemeyiz; 2) korku/heyecan duygusunun o kişilerin adrenalin seviyelerinin yüksekliğinin sonucu olarak (yani etkileşimden/deneyimden bağımsız olarak adrenalin seviyesi yüksekliğinin bir sonucu olarak) oluştuğunu iddia etmeyeceğiz, edemeyiz.
Yaşadığımız duyguların, düşüncelerin ve edimlerimizin, nörokimyasal “karşılıklarının” olması ve bunların olabildiğince anlaşılır kılınması için (etkileşimsel/deneyimsel düzlemde anlaşılır kılınması için) araştırma yapılması başka bir şeydir –ve araştırmacıyı her bakımdan (metodoloji açısından da, araştırmayı icra etme açısından da) ciddi biçimde zorlayacak bir süreçtir–, böyle fizyolojik/nörokimyasal özelliklerin anlık fotoğraflarını çekip olmadık yargılara ulaşmak başka bir şey.
Lobotominin mantığı da aynıydı
Yapılması çok zaman önce yasaklanmış olan (ama deneysel olarak yapılıyor olduğu söylentileri dolaşan) lobotominin de mantığı böyleydi zaten. Beynin alın lobunun (frontal lob) duygularla ilgili bölge olduğu anlaşıldığında, madem bu “bozukluğa” beynin bu bölgesi “sebep oluyor”, o halde biz bu bölgeye müdahale edelim ve sorunu çözelim dendi, ve cerrahi müdahaleyle lobun iki yarısı birbirinden ayrıldı. Sorun, evet ortadan kalktı! O kişiler bir daha dönüşü olmayacak şekilde “bitkileştiler”. Yani, duygu dünyaları ortadan kalktı, çünkü duygularını “işleyecek” organları hasar görmüştü artık.
Aynı mantık psikiyatrik ilaçlar için de geçerli aslında. Boşuna psikiyatrist Peter Breggin, bu ilaçlar için “kimyasal lobotomi” demiyor. Birtakım duyguların (ve kısmen düşüncelerin) nörokimyasal “karşılıklarının” görüldüğü yere müdahale edildiğinde, duyguya yol açan yaşantılar, deneyimler buhar olup gitmiyor (gerçi EKT'de bazen dönüşü olmayacak şekilde bunlar da bellekten siliniyor), sadece nöro-biyo-kimyasal süreçleri yavaşlatarak/hızlandırarak (ki verilen bu kimyasal maddelerin her zaman istenen yönde etki etmediği de biliniyor) bu duyguların (ve düşüncelerin) yaşama yansımasının (ifade edilmesinin) önüne geçiliyor, o da geçici olarak.
Tam da o nedenle olsa gerek, depresyonu yenmeleri için ilaç verilenler, ilacı almayı kestikten sonraki bir yıl içinde %80 oranında yeniden depresyon yaşıyorlar (ilaç kesildiğinde, ilaçla baskılanmış olan belirtiler aynen ortaya çıkıyor), terapi alanların terapi bittikten sonraki bir yıl içinde %25 oranında depresyon yaşamaları olasılığına karşı.
Beyin bilgisayara benzemez
Tüm bunlar, beynin, 1) diğer organlar gibi görülmesinden/incelenmesinden, ve 2) aynen bilgisayar gibi çalışan bir işletim aygıtı gibi görülmesinden/incelenmesinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Oysa ne başka hiçbir organımız ne de hiçbir bilgisayar, beyin gibi “düşünen” ve “sürekli kurduğu yeni bağlantılarla/bağıntılarla kendini yeniden ve yeniden üreten” bir özelliğe sahip değildir.
Genetik ve insan
Davranış üzerindeki genetik etkiyle ilgili bulgular, genlerin protein sentezini yönetmesi ve protein sentezinin de stres, travma ve ebeveyn ilgisi eksikliği gibi ortamsal faktörlerden etkilenmesiyle, karmakarışık hale gelmektedir.(6) Genlerin davranışlarda kendini gösterme süreci popüler yayınlarda anlatılan hikâyelerden çok daha karmaşıktır.(7) Genlerin kişinin davranış örüntüsünü etkilemesi sürecinin kendisi de, ortamsal faktörlerden alabildiğine etkilenmektedir.
Genetik çalışmalar, bilhassa insan duygu, düşünce ve edimleriyle ilgili genetik çalışmalar, henüz emekleme aşamasındadır. Doğrudan insan fizyolojisini ilgilendiren konularda bile henüz çok sınırlı genetik bilgiye ulaşılmışken ve insanın duygu, düşünce ve edim dünyasını ilgilendiren konularda olsun, beyni –sürekli değişkenlik gösteren, kendini deneyimle sürekli yenileyen beyni– ilgilendiren konularda olsun, “etkileşimsel” boyutu inceleyerek gerçekleştirilen hiçbir genetik çalışma ortalıkta görünmezken, “insanın şu davranışının veya şu özelliğinin geni bulundu” diye ortaya çıkmak ve üstelik de bu boş iddialara dayanarak insanlara –çocuklara!–, sözde “ruhsal hastalıkları” nedeniyle, fizyolojik/medikal müdahalede bulunmak, bir bilim ayıbı olmanın ötesinde insanlık suçudur.
Genetik biliminin ve genetik çalışmaların, bu türden asparagas haberlerle ve bu boş iddiaların bilim dışı uygulamalara dönüşmesiyle, zaman içinde büyük yara alacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. İnsanın duygu, düşünce ve edim dünyasına dair yapılacak genetik araştırmaların önemi, hâlihazırda olgunlaşmamış bu genetik iddiaları çıkarları için kullananların (psikiyatristlerin) bu çalışmalara atfettiği değerden çok daha büyüktür. Bu yazıda dile getirdiğim eleştiriler ve görüşler de, genetik bilimine karşı değil, eldeki olgunlaşmamış bulguların ve çoğu zaman spekülatif iddiaların, birtakım çıkarlar uğruna pazarlanmasıyla ilgilidir. Bunu önemle vurguluyorum, çünkü hep karşıma çıkan “çarpıtma makineleri”, bu eleştirilerimi, doğrudan genetik bilimini inkâr etmeye/yok saymaya yönelik karşı çıkışlar olarak yorumlamayı tercih etmiştir.
Bilgi kirliliğiyle baş etmek
HADE’nin genetikle doğrudan bir alakası olduğu bugüne kadar gösterilebilmiş değildir. Fakat, bilgi diye dolaşıma sürülen şeylere baktığımızda, oldukça karamsar bir tablo görülmekte. Akademi içinden olsun olmasın, araştırmacılara düşen, toplumu bu bilgi kirliliğinden korumak olmalı sanırım. Bu yazıda, kısmen de olsa, bir psikiyatristin bana yolladığı “sözde bilgileri” deşifre ederek, yapmaya çalıştığım tam da böyle bir şey.
Ah fakat, yazıyı tamamlarken unutuyordum az kalsın... Yukarıda çalışmasını ayrıntısıyla irdelediğim Zametkin, yetişkinlerle yaptığı o glikoz çalışmasını, üç yıl sonra bir de ergenlik dönemindeki HADE’li çocuklarla yapmış.(8)
Tahmin eden etmiştir sanırım, Zametkin, yetişkinlerde bulduğu glikoz seviyesi farklılığını ergenlerde bulamamış! Fakat heyhat, bu araştırma, yetişkinlerle yaptığı ve psikiyatrinin biyolojik iddialarını destekleyen araştırmasının aksine kamuoyuna HİÇ yansımamış. Bana sözde genetik kanıtları yollayan ve gündüz düşünde haddimi bildirdiğini hayal eden Boratav'ın yararlandığı Mendelci web sitesindeki makale listesinde de haliyle yer verilmemiş bu araştırmaya.
Son cümlem Boratav’a ve benzer “inançlara” sahip olanlara: “Aç tavuk kendini darı ambarında zannedermiş.”
Sağlıcakla kalın,
Üstün Öngel
sosyal psikolog,


Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor

YAZARLAR

20.8° / 13.5°