Tarih: 17.04.2023 00:29

KAFALARI KUMDAN ÇIKARACAK MIYIZ?

Facebook Twitter Linked-in






Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe gibi futbol kulüpleri birer semt takımı olarak doğup futbol endüstrisinin devasa oyuncuları haline dönüşerek ülkenin her köşesinden milyonlarca kişiyi renklerine bağlamış olsalar da, şahsen ben artık Adana Demirspor'un maçları hariç hiçbir Türkiye Süper Ligi maçı seyretmiyorum. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Türkiye'de diğer her şey gibi futbolun da kısır çekişmelerle harcanarak kalitesinin yerlerde sürünür hale gelmesi, futbol oyunun verdiği hazzı ise İngiltere Premier Ligi'nin ve Türk takımlarının düşen kalite sonucu yolunu unuttuğu Şampiyonlar Ligi'nin fazlasıyla karşılıyor olması; ikincisi ise, Demirspor'un bir futbol takımından ötesi olması...





Seçimlere bir aydan az bir zaman kala, haftalık yazı gününde, yazıya futbolla başlamama şaşıranınız olmuştur, ama meseleyi nihayetinde her şeyin politik olduğuna inanan birisi olarak oraya bağlayacağımı çoğunuzun tahmin ettiğine de inanıyorum.





Bir şehirde yaşayanların neredeyse tamamının üzerinde birleştiği dünyada başka kaç tane örneği vardır bilmiyorum ama, ülkemizde, bu alandaki en değerli markalardan birisi, sanıyorum, Adana Demirspor.





(Şehirde rekabeti arttıran Adanaspor adlı başka bir futbol kulübü olsa da, zamanın hükümetini ve Belediye Başkanlarını korkutarak borsaya kayıtlı ve dönemin yıldız şirketlerinden elektrik üretimi yapan ÇEAŞ'a (Çukurova Elektrik Anonim Şirketi) Uzan ailesinin mafyavari yöntemlerle el koyma sürecinde Adanalıların bu çökmelere sessiz kalarak rıza göstermesi amacıyla, dönemin teknik direktörü ve taraftar derneği başkanları gibi birkaç kişiyi kullanarak Uzan ailesinin kulübü de ele geçirmesi ve bir anonim şirkete dönüştürmesi ile Adanaspor ile Adanalıların gönül bağı da kopmuştu. Şimdilerde birçok iyi niyetli sporseverin bir araya gelerek Adanaspor'un A.Ş. statüsünden çıkarılıp yeniden şehrin takımı olması için çalıştığını da kaydetmeliyim.)





Demirspor'u sıradan bir futbol takımından ötesine taşıyarak armasında tüm bir şehri birleştiren hikayeye gelecek olursak:





Adana'da neredeyse her çocuk Demirsporlu doğar ve elbette ki bunun nedeni genetik değil, şehrin ortak hafızasına kazılı mücadele bilincidir. Bu bilincin mayası kulübün kurucusu demiryolu işçilerine ait olsa da, benim de ilkokul çağlarımdan itibaren başlayarak günümüzde halen milyonlarcası Adana'da ve ülkenin her tarafında kök budak salmış on milyonlarca kişi için de Demirspor, örgütlülük, dayanışma ve mücadelenin simgeleştiği bir değerler bütünü.





Bu değerler bütünü ne yoktan var oldu, ne de yalnızca kulübün kuruluşu sebebiyle kazanılmış değil. Kulübün kuruluşu 28 Aralık 1940 yılını işaret ediyor ve TCDD (Demir Yolları İşletmesi) tarafından organize edildiği için de ilk önceleri sıradan bir müessese takımı görünümünde. Demirspor'un simgeleşmesini sağlayan süreç ise 1950'li yıllardan itibaren başlıyor; Paktaş, Güney Sanayi, Bossa, Milli Mensucat, Özbucak ve sonraları Çukobirlik ile TEKEL gibi fabrikalarda çalışmak için on binlerce kişinin Adana'ya akın ettiği sürece denk geliyor. Her fabrikada, üç vardiyada binlerce işçi çalışıyor ve bu fabrikaların çevresinde de yerden biter gibi yeni yerleşim alanları oluşuyordu. Bu gecekondular, fabrikalarda omuz omuza çalışan işçilerin, birbirlerinin evlerini inşa etmede dayanışması neticesinde kısa sürede işçi mahallelerine dönüştü.





Bu dayanışma iklimi, işçilerin alın terlerinin karşılığını alma ve bunu da korumak için zaman zaman omuz omuza mücadele vermeleri gerektiğinden zamanla gelişerek, bir yandan politikleşti, diğer yandan da ortak sosyal davranışlar geliştirmelerine yol açtı. Bu politikleşme ve sosyalleşme iklimi, şehri, daha nüfusu bir kaç yüz bin iken bile, ülkedeki en çok sinema salonu, en çok tiyatro sahnesi olan bir kentlileşme sürecine taşıdı. Birlikte çalışma, birlikte yaşama, birlikte eğlenme ve birlikte davranma kültürü, kentlilik bilincinin de gelişip, yerleşip, kökleşmesini sağladı. Birlikte çalışan, birlikte yaşayan, birlikte hak arayan ve kazanımlarını da birlikte koruyan bu insanların, örgütlenmenin mücadelelerini güçlendirdiğini fark etmeleriyle, davranış ve tercihleri de bireysel olmaktan çıkıp kolektif ve örgütlü hale geldi.





Bu mücadele ve dayanışma kültürü beraberinde, şehirde 1960'lı ve 1970'li yıllar boyunca Türkiye ve dünyada öne çıkan bir çok yazar, gazeteci, sinema ve tiyatro sanatçısının yetişmesini sağlayan bir iklim yarattı: Yaşar Kemal'ler, Orhan Kemal'ler, Necati Cumalı'lar, Yılmaz Güney'ler, İlhan Selçuk'lar, Abidin ve Avni Dino'lar ve daha adını burada saymakla bitiremeyeceğimiz yüzlerce değer, bu iklimin ürünüydü... İşte, Demirsporluluğu yaratan, yani Adana'daki her çocuğun Demirsporlu doğmasının nedeni de aynı gecekondu mahallelerinde oturan işçilerin kafileler halinde stada kadar yürüyüp, bilet parasını kendi aralarında denkleştirerek içeri girenlerin, parası olmadığı için dışarıda kalan arkadaşlarına, duvarları ve telleri aşarak içeri girmeleri için yardım etmesini sağlayan, bu sosyal ve kültürel iklim ortamında, ironik de olsa, bir şekilde gelişen bir dayanışma modeliydi.





Bu dayanışma modeli Adana'dan, bahsini ettiğim fabrikalarla, üretimle, tarımla birlikte yavaş yavaş kayboldu; geriye ise yalnızca anılar, hayaletler ve Adana Demirspor kaldı.





Adana'dan fabrikalar, üretim, tarım kaybolurken sendikalar, birlikler, kooperatifler de kayboldu. İş güvencesi, işçinin işverenin insafıyla yaşamadığı bir iş ilişkisi, insani bir maaş, tek maaşla aile geçindirme ve insani bir yaşam kurma imkanı, başını sokabilecek bir ev hayali de bu süreçte ortadan kaybolanlar arasında. Üstelik bu yaşananlar sadece Adana'da değil tüm Türkiye'de, hatta dünyanın birçok yerinde aynı dönemlerde benzer şekilde yaşandı.





1989 yılında yayın hayatına başlayan ve artık dünyada herkesin en azından ismini duyduğu bir dizi olan The Simpsons dizisinin ana karakterleri, işvereninin verdiği teknik eğitim sonucu kasabasında yer alan enerji santralinde çalışan lise mezunu bir babanın tek maaşla geçindirdiği üç çocuklu bir ailedir. Bu aile çok lüks bir hayat yaşamıyor olsa da bir evleri, arabaları, en azından basit bir sosyal hayatları vardır. 1989 yılı ABD'si için son derece normal olan bu orta sınıf aile portresi, bugün bize olduğu gibi Amerikan orta sınıfına da farklı bir evrende yaşanan hayal ürünü bir bilimkurgu gibi görünmekte ve kapitalizmin kalbi ABD'de dahi bu bağlamda tartışmalara konu olmaktadır.





Yazıya futbol ile başlayıp Adana Demirspor üzerinden birlik, dayanışma ve mücadele meselesine taşıyıp The Simpsons dizisinden çıkmamın nedeni ise, ilginçtir, geçen Çarşamba akşamı izlediğim, Real Madrid ile Chelsea arasında oynanan Şampiyonlar Ligi karşılaşması... Gerçi televizyonların tartışma programları ile sosyal medya ortamının bundan farkı kalmadı ama yok, hayır, seçmenlerin iki önemli tercihte bulunacağı bir seçim kapıdayken, size o maçla ilgili izlenimlerimi yazarak, Fatih'in topları İstanbul surlarını döverken, içeride meleklerin cinsiyetini tartışan din adamlarının pozisyonuna düşecek değilim elbette.





Ama müsaadenizle, bu maçı izlememin nedeninin, yaşam değerlerini kendime yakın bulmasam da dünyada eşi benzeri çok az bulunan bir futbol yeteneği olduğuna inandığım Mesut Özil'i Real Madrid'de oynarken ilk onbirden kesmesi sonucu pek hazzetmediğim Real Madrid teknik direktörü Ancelotti hazır şimdi yeniden takımın başında iken Chealsea'ya karşı kaybetmesini seyretmek istemem olduğunu da söylemem gerek. Yine ama, ne yazık ki, Chelsea, takımın başında eski efsane futbolculardan Frank Lampard olduğu halde yenilmekten kurtulamadı.





Yine de iyi ki izlemişim dediğim bu maçı bir kenara bırakıp, hepimizin geleceğini ilgilendiren seçimlere gelecek olursak eğer, bu yazıyı yazmama ilham olan maçın yorumcusu Emre Özcan'ın, maçı yorumlarken tercih ettiği parametreler, ülkemizin yarınına ışık tutabilir diye düşünüyorum.





Neden ilham olduğuna gelecek olursak, yorumcu Emre Özcan'ın karşılaşmayı yorumlarken, futbolcuların bireysel yeteneklerini ve maçı değiştirecek bireysel kalite unsurlarını gözardı etmeden, ancak gereğinden fazla önem de atfetmeyerek, esas olarak takımın hocasının tercih ettiği oyun sistemini, stratejisini ve nihayetinde de bu oyun sistemi üzerinden elde edilen avantajlar ve dezavantajları karşılaştırarak sonucun neye tekabül edebileceğini neredeyse kesine yakın bir şekilde öngörerek anlattığının altını çizmeliyim.





Bir yorumcu olarak sahada izlediği iki takımı teknik direktörlerine, oyun anlayışlarına, oyuncuların bireysel özellikleri doğrultusunda sahada yapıp yapamayacaklarına göre öylesine isabetli bir şekilde analiz ediyor ki, sonucu daha maç oynanırken görebiliyorsunuz. O konuşurken sanki maçı naklen yayınlayan televizyon kanalının reji odasında, kendisinin üzerine konuştuğu futbolcular ve onların pozisyonlarını gösterin talimatı verilmiş gibi, yayıncı kuruluş onun sözünü ettiği futbolcuları ve pozisyonları ekrana getiriyor. Örneğin daha ilk yarının ortalarından itibaren çok yetenekli ve pahalı oyuncular olan Joao Felix ve Sterling'in yanlış yerde oynatıldığını, ileride top tutması gereken bu oyuncuların istenileni veremediğini ve takımlarının yükünü sırtlayamadıkları için değiştirilmeleri ya da doğru oyun düzeni içinde değerlendirilmeleri gerektiğini anlatarak oyun kurgusunun yanlış olduğunu söylemekten neredeyse dilinde tüy bitti! Teknik direktör de zaten daha fazla dayanamadı ve ikinci yarının başında bu iki oyuncuyu değiştirdi ama geç kalmıştı.





Özcan'ın bakış açısına göre maçların hikayesi, ki haklı olduğu hemen hemen her maç sonrasında ortaya çıkıyor, birer piyon olan futbolcular üzerinden değil teknik direktörler ve bütüncül olarak oyun stratejileri üzerinden yazılıp, gerçekleşir.





Bu bakımdan Özcan sadece maçı yorumlamıyor, futbol harici meselelere de nasıl bütüncül olarak bakmak gerektiği konusunda ilham veriyor. Örneğin maç içerisinde Real Madrid'li futbolcu Benzema'nın yaptığı bir hatayı anlatırken, aslında onun o pozisyonda o hatayı yapmasının o anda kaçınılmaz olduğunu, bunun nedeninin ise daha bir kaç pozisyon önce oyunun akışının yanlış geliştiğini açıkladığı bir analizini, meseleleri tahlil ederken sadece o ana ve belirli isimlere odaklananlara, geçmişte yaşananları dikkate almadan bugün yapılan hatalara ya da yaşananlara şaşıranlara, yani olgulara değil olaylara göre karar verenlere ders olarak izletilmesi gerektiği kanaatindeyim.





Ülkemizdeki seçim ortamını ve sonuç itibariyle olacak olanları; yani, aslında ne oluyoru analiz edip anlayabilmek için, Emre Özcan'ın da harika şekilde yaptığını bizim de yapabilmemiz; karşılaştığımız meseleleri neden sonuç ilişkisi içinde ve zamanın ruhunu da ıskalamadan, kişilere, basit itiş kakışlara, gürültülere takılmadan, yaşananlara bütüncül olarak bakarak analiz edebilmeliyiz.





Adana Demirspor'un, bir şehri bir araya getiren ve bu ruhla ülkedeki milyonlarca insana ilham olan değerlerinin ne ifade ettiğini, nasıl geliştiğini ve daha önemlisi neden ortadan kalktığını anlayamadan, bir zamanlar sendika üyesi olan, 1 Mayıs'lara katılan, mücadele ruhu taşıyan milyonların nasıl bugün şehirlerin çeperlerinde yaşayan milyonlara evrildiğini, nasıl ve neden düşkünleştiğini, sonuç itibariyle de Erdoğan'dan ya da düzenin devamını sağlayan partilerden neden vazgeç(e)mediğini anlayamayız.





Bunu anlayamadan da tarihin en kötü dönemini yaşayan bir ülkede, bırakalım halkın rasyonel tercihlerde bulunamamasının nedenini, seçimlerin neden başabaş gittiğini ve gerçekte de seçimler bittiğinde siyaset esnafı dışında kalan çoğunluk için bir şeyin değişmediğini, değişmeyeceğini anlayamayız. Günlük olaylara, kafamızı gömdüğümüz kumun içinden duyduğumuz uğultulara, içinde geliştiğimiz eko çemberinde yankılanıp duran eski ezberlere takılarak ve bunlar tarafından yönlendirilerek bu anlayışa ulaşmamız ise mümkün değil.





Gözümüzü açmak, kafamızı kumdan çıkarmak zorundayız...





Orjinal Habere Git
— HABER SONU —