Erdoğan'ın yarattığı tek adam modeli, Cumhuriyetin üzerinde yükseldiği değerleri tahrip ediyor. Muhalefet de bu tahribata dair örneklerle bu modelin sona erdirilmesi gerektiğini anlatıp duruyor. Sıklıkla vurgulanan, demokrasinin, dolayısıyla da demokratik işleyişin yeniden tesis edileceği vaadi.
Hal böyle olunca beklenen, muhalefetin ve bu muhalif iradenin cisimleşerek vücut bulduğu ana muhalefet partisi genel başkanının, Erdoğan'ın kötü örneğinin tersine, elindeki bütün fırsatları kullanarak demokrasinin faziletini kanıtlayan çabalarına tanıklık etmemiz.
Ama beliren alametler, tam aksi yönü işaret ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu'nun Erdoğanvari tek adam davranışları ortaya koyması, toplumun karşısına ona benzeyen örneklerle çıkmaya başlaması, dayatmacı bir siyaset üslubu geliştirmesi, ülkemizin geleceği hakkında kuşku bulutlarının çoğalmasına neden oluyor.
Bu endişemin nedeni, Kılıçdaroğlu'nun başörtüsü ile ilgili verdiği kanun teklifi değil. Bu teklif, Kılıçdaroğlu'nun CHP'yi oturtmaya çalıştığı politik hattın sebebi değil sonucu. Bu politik hattı oluşturan değerler bütünü onu bu yola çoktan sokmuştu zaten.
Erdoğan'ın da izlediği ve dayattığı politikaların, yani sürekli Türkiye'nin fay hatlarını kaşıyan kimlik siyasetinin yarattığı çelişkileri tartışırken yoksulları sosyal yardımlarla, zenginleri de servet transferiyle yanında tutmanın dışında bir siyaset hayal edemeyen Kılıçdaroğlu'nun CHP'si, aslında bu yolla Erdoğan'ın tek adam rejimini inşa ettiği süreçte yaptığı hamlelere katkı yapmaktan fazlasını yapmadı.
Yine Erdoğan'dan farksız şekilde parti içi mekanizmalara aldırış etmeden onları tahrip edip ya da en hafif tabiriyle tahribata sessiz kalarak bunu onaylayan; bunun sonucu olarak da aldığı kararları duyurduğu akşam videolarıyla partiye yol çizip, yön gösteren Kılıçdaroğlu'nun bu durumu, kontrolsüz güç tanımını hak ediyor olabilir.
Başörtüsü çıkışından birkaç gün sonra, devamla, 'Benimle misiniz, değil misiniz derken, elbette bu kanun teklifimin bir başlangıç olduğunu bilerek seslendim. Daha büyük meseleler de var ve yürekli bir şekilde çözümler getireceğiz hepsine. Tekrar ediyorum, yürekli bir şekilde' diye başladığı Twitter mesajına,
'Ben siyasi ikbal düşünecek biri değilim. Ben siyasi hayatımın sonunda miras olarak barışık bir Türkiye bırakacağım. Bu riski almak zorundayım. Başarılı olur muyum bilmiyorum. Ama deneyeceğim' sözlerini eklemesi muhalefet içerisinde yine şaşkınlıkla karşılandı, ancak şaşırılacak bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bazen her şey dağılıyormuş gibi göründüğünde aslında olan, her şeyin yerli yerine oturmasıdır.
Her şey yerli yerine oturuyor, zira daha geçen hafta '6'lı masada dama oyunu' başlıklı yazımda, yani başörtüsü tartışması henüz yeniden açılmadan önce, CHP'nin iktidarının önündeki en büyük engelin, Kemal Kılıçdaroğlu'nun yaptığı ve yapacağı yanlış taktik hamleler olabileceğini, Kılıçdaroğlu'nun bu cüretinin kaynağının da bunun hesabını vermeyeceğine inanıyor olması olabileceğini yazmıştım.
Buna örnek olarak da, son kurultayda ikinci yüzyıl beyannamesinin tartışılmadan oylatılması, erken seçim olabilir iddiasıyla ilçe ve il kongrelerinin ertelenmesi, yönetimin kararlarının parti tabanının sağduyu süzgecinden geçirilmesinin engellenmesini göstermiştim.
Kılıçdaroğlu'nun Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başanı olarak aldığı yetkinin, parti politikalarını kafasına göre değiştirmeyi kapsamadığını düşünüyorum. Eğer demokrasiden söz edeceksek, bu yetki sadece kurultay çoğunluğuna aittir. Her partilinin hakkı olduğu gibi Kılıçdaroğlu'nun da partisinin politikalarını değiştirmek isteme hakkı var, ancak bu hak, düşüncesini kurultaya taşıyarak onaylatıp, uygulamak için yetki aramasına dayalı.
Hal böyleyken, sayın Kılıçdaroğlu bunu yapmak yerine, tam aksine parti içi mekanizmayı erken seçim olabilir gerekçesiyle (kongre takvimini yeni başlatan ittifak ortağı İyi Parti farklı bir ülkede siyaset yapıyor herhalde) bloke ederek, aldığı kararların tabanda tartışılmasını engelledi. Görevi partiyi varlık sebebine dayalı, programında yazılı hedeflerine ulaşmak adına iktidara taşımaya çalışmak iken ve o değerler etrafında bütünleşmiş seçmen tabanının iradesi ile ana muhalefet konumunda bulunan partiye tam zıt bir yönde, kendi kafasında yarattığı gerekçelere dayanarak yeni bir politik hat yaratmaya çalışıyor.
Oysa, bırakın partisi ve seçmeninin açık iradesinin bu yönde olduğunu, kendisinin dahi Anayasa'ya aykırı olduğunu ayan beyan söylediği kanunların iptali isteminden feragat etmesi, toplumun uyması gereken kanunları düzenleyip demokratik yollarla mücadele eden bir partinin seçilmiş milletvekillerinin haklarının gasp edilmesi yerine, bu hakkı kullanmayıp kişisel kararları çerçevesinde feragat etme yolunu seçmesi, kanımca ağır sorumluluklar içeriyor.
Seçimlerde yasaya aykırı olarak mühürsüz oy kullanılması karşısında olup bitenin sineye çekilmesi, atı alanın Üsküdar'ı geçmesine izin verilmesi ve hatta bunun mahkemeye taşınmasının dahi engellenmesi de bir diğer ağır kusur.
Her iki örnek de sadece CHP'lileri ilgilendirmiyor. Etnikçi, kimlikçi, mezhepçi ve bunlarla karşılıklı bir beslenme ilişkisi içinde bulunan liberallerin kaşıya kaşıya yara haline getirdiği kimi meseleleri bagaj olarak addeden ve bu bagajlardan kurtulma seferberliği başlatıp, helalleşmekten bahseden Kılıçdaroğlu, aslında, şahsının tek başına aldığı kararlarla hukuksuzluğun uygulanmasına sessiz kalarak, ülkemizde kanunların uygulanmaması dolayısıyla hak kaybına uğrayan milyonların sorumluluğunun partinin omuzlarına yüklenmesine neden oluyor olabilir. CHP'de neyin bagaj olduğu ve kontrolsüz güç kullanımının yol açtığı tahribatın, gelecekte, bloke edilmemiş (CHP) parti içi mekanizmalarda tartışılmasının kaçınılmaz olduğunu söyleyebilirim.
Sayın Kılıçdaroğlu'nu bu yola sevk eden ve şimdiye kadarki tüm başarısızlıklarına karşın hala o koltukta oturmasını sağlayan şeyin, elinde tuttuğu parti içi mekanizma olduğu ortada.
Erdoğan nasıl ki muhalefetin kendisini indirmeye gücünün yetmeyeceğini düşünüyor ve her sıkıştığında oyunun kurallarını değiştirip yeni bir çıkışa yöneliyorsa, muhalefeti de kendine benzetmiş görünüyor.
'Ben her istediğimi yaparım ve hesap da vermem.' mantığına dayanan bu kontrolsüz güç bağımlılığının, liderler arasında, yönetim erkinin tek başında elinde olduğunu ispatlayan alameti farika olarak görüldüğü ve aslında bunun ülkemizin önündeki en büyük tehlike olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla gerek ülkede, gerek partide iktidarda kalmak için her yolun mübah olduğu noktasına gelinince, kimin şapkasından daha büyük bir tavşan çıkacağını tahmin etmek olanaksız hale geliyor.
Kılıçdaroğlu'nun başörtüsüne, Erdoğan'ın cemevlerine yasal statü vaat edip her gün yeni bir kapı açarak oy devşirmeye çalıştığı ülkemizde halkın sorunlarına dikkat çeken şey ise sıradan bir imamın, yokluk ve yoksulluğa dikkat çeken 'Caiz mi hocam?' şarkısı. Şarkının milyonlarca insan tarafından izlendiği göz önüne alınırsa, halkın derdinin liderlerin gündeminden çok farklı olduğu apaçık ortada.
İmam 'Caiz mi hocam?' diyerek yoksul milyonların derdini anlatsa da, iktidar ve muhalefet arasında yaşanan, halkı en bencil, en yontulmamış değerlere geri çekmeye dayalı, din, mezhep, etnik kimlik, başörtüsü üzerinden Cumhuriyete kimin daha öldürücü bir darbe indireceği yarışmasının devam edeceği görülüyor. Bu yarışın kazananının sermaye ve onun beslediği gericilik, kaybedeninin ise hiç kuşkusuz yoksul halk olacağı da geçmiş tecrübelerle sabit.
İktidar ile ana muhalefet arasındaki bu yarışta birbirlerinin seçmen kitlesi üzerine yapılan yumuşatma amaçlı bu topçu ateşlerinin devam ederken, ardından gelmesi beklenen, boğaz boğaza ve birbirlerinin can damarını kesmeye dönük hamlelerin yedekte tutulduğu ise ortada. Zaten Kılıçdaroğlu, başörtüsü teklifinin son olmadığını ve gerisinin geleceğini de duyurdu.
Bu itibarla muhalefetin, Erdoğan'ın 'Gelin bu konuyu Anayasa ile halledelim' çağrısını, 'Bu işi yeni mecliste konuşuruz' diyerek hafife alarak geçiştirebileceğine dair hesabı varsa, o hesaba fazla güvenmemesini öneririm. Bunun nedeni, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ'ın bu tartışmadan iki hafta önce, daha başörtüsü meselesi gündemde dahi yokken, birer hafta arayla iki kez yeni Anayasa konusunda çalışma başlattıklarını açıklaması.
Kılıçdaroğlu bohçasında daha çok şey olduğunu söylüyor. Bir sonraki hamlesi, milliyetçilik, laiklik ya da Kürtlere dönük bir içeriğe sahip olabilir... Ancak Erdoğan'ın seçimi kazanmak için yaptığı hamlelerin seçim kazandırmaya yetmeyeceğini görmesi halinde, muhalefetin elindeki altın anahtar olan 'parlamenter sisteme dönüş' kozunu ellerinden almak için bir manevra yapması, Kılıçdaroğlu'nun bohçasındaki sürprizlerin tamamından daha etkili olabilecektir.
Ülkemizdeki manevra kabiliyeti en yüksek siyasetçilerden biri olan ve buna ilişkin yaşattığı örneklerle tanınan Erdoğan'ın, seçime giderken daha önceki birçok yazımda da ifade ettiğim şekilde parlamenter sistem yoluna girmesi (Bozdağ'ın bahsettiği Anayasa değişikliği teklifi bu yönde bir işaret fişeği olabilir) benim için şaşırtıcı olmayacaktır. İktidarla 'samimiyet' yarışına giren 6'lı masa mukimlerinin üzerine titredikleri bu vaatlerinin gerçekleşmesi için Erdoğan'ın 'gelin geçelim' teklifine ne yanıt vereceklerini şimdiden düşünmeye başlamalarını da öneririm.
Eğer mesele samimiyet testiyse, zira Kılıçdaroğlu başörtüsü yasa teklifini buna dayandırıyor, Erdoğan da 'Parlamenter sisteme geçmek için Anayasa değişikliği yapalım, buyurun' diyerek tersten bir samimiyet testine başvurursa, bütün seçim tasarımını bunun üzerine kuran muhalefetin ne yapacağını siz de merak etmiyor musunuz sahi?
Yazıyı meselenin özüne vurgu yaparak bağlayalım: Bu tartışmaların, bu vaatlerin hiçbiri, esas sorunun, parti tabanlarının, vatandaşın esas gündeminin yanına bile yaklaşamıyor.
Türkiye'nin esas gündemi ekonomidir, yoksulluktur. Türkiye'nin neresine giderseniz gidin, başörtülü, başörtüsüz, Türk, Kürt, laik, Sünni, Alevi, aklınıza kim gelirse gelsin, esas problemleri geçim sıkıntısıdır.
Sokakta karşılaşan biri başörtülü biri başörtüsüz iki kadının gündemi kiradır, faturadır, market alışverişidir.
İş yapmayan dükkanlarının önünde çay içen esnafın sohbet konusu enflasyondur, döviz kurudur.
Gençlerin esas derdi işsizliktir. Bir sanayi sitesine, üniversiteye, lokantaya, devlet dairesine, ticaret odasına, herhangi bir şehrin herhangi bir sokağına gidip sorsanız alacağınız cevap bellidir.
Seçim kazanmanın anahtarı doğru şeyleri doğru tonda söyleyebilecek doğru kişiyi sahaya sürmekten geçiyor. Yapılması gereken, her tür güç mücadelesini ikinci plana atmak, iktidarı sandığa gömüp bir daha geriye bakmamaktır.
Yapılan yapay tartışmaların hiçbirisi, görmek istediğimiz üreten, hakça paylaşan ve özgür Türkiye'yi hedeflemiyor.
Bu hedefe giden yolun açılabilmesi için de önce siyasetin girdiği bu çıkmaz sokaktan çıkıp, önümüzdeki karanlığın aydınlatılması gerekiyor.
Benim yapmaya çalıştığım da bunun için bir mum yakmak...