SAĞLIKTAKİ BEYLER VE EFENDİLER
SAĞLIKTAKİ BEYLER VE EFENDİLER
Zeynep son günlerde kendini iyi hissetmiyordu. Baharın getirdiği yorgunluk mu yoksa sebebini bilemediği bir huzursuzluk muydu? Aynanın karşısına geçti ve bedenin bir yerlerindeki gelen sese kulak vermeye çalıştı. İster istemez eli göğsüne uzandı. Doktorunun kendisine daha önceki meme kontrollerinde tarif ettiği gibi, iki göğsün arasındaki eşitliği ve sonra her boyutta eline gelebilecek kitleyi bulmaya çalıştı. Eli sertliğin geldiği alana noktalandı. Önce derin bir nefes çekti, sonra “Allah korusun” diyerek kendi kendine söylendi. Üzerini giyip telefona sarıldı. Durumu kadın doğum uzmanına anlattı dilini döndüğünce. Ve doktor akşam muayenehaneye gelmesini istedi. Muayenehanenin camlı kapısından içeri girerken camın temiz ve netliğinden bir kapı olduğunu fark edemeyip az daha yüzü parçalanıyordu. Yerler cilalanmış su gibi kaygandı devletteki hastanelerin aksine. Doktorun sekreteri olduğunu söyleyen esmer güler yüzlü bayan tarafından karşılanıp uzun bir koridordan geçtikten sonra doktorun ofisine geldiler. “Beklediğiniz hasta geldi efendim” diyen sekreter hasta ve doktoru baş başa bıraktı. Doktor önündeki bilgisayara hastanın kaydını yaptı. Sosyal güvencesini sordu. SSK’lı olduğunu söyledi. Çekmecesindeki boş formları çıkarıp 8-10 adet imzaladı. Üzerine adını soyadını yazdı. Ve kendisine uzattı. Yarın sabah 08.00 de hastanenin kadın doğum bölümüne gidip benim adımı vereceksiniz ve orada hastabakıcı Nuran Hanımı bulacaksınız. O, sizi yönlendirecektir. O arada doktor hem İstanbul Türkçesiyle konuşuyordu hem de anlayamadığı bir takım tıbbi kelimelerden bahsediyordu. Anladığı tek kelime hastabakıcı “Nuran Hanım” oldu. Doktor telefonla sekreterini çağırdı ve Zeynep hanımla el sıkıştı, tahlillerden sonra görüşürüz diyerek kapıyı açıp kibarca yol gösterdi. Sekretere muayene parasını ödedi ve yine sekreterin açtığı camlı kapıdan önderini kaybetmiş bir şehrin cadde ve sokaklarında buldu kendisini. Her ne kadar kafası göğsündeki kitleye takılmış olsa da, doktorun muayenehanesine girdiğinden beri gördüğü kabul karşısında kısa bir süreliğine kendini inanılmaz bir güvende hissetmişti. Muayenehaneye gitme fikrini bir arkadaşından almıştı. Keşke çok önceleri hamilelik ve doğumları sırasında, bu şekilde muayene olsaydı. İlk doğumunda acilen kaldırıldığı devlet hastanesinin doğum salonunda, bir işkence hane gibi hakaret, küfür ve şiddetle karşılaşmıştı. Aslında sadece kendisi değildi bu durumla karşı karşıya kalan. Muayene masasına çıkmak için bekleyen onlarca gebe vardı. Ebeler, sancıların en şiddetli zamanında “bize mi sordun bunu yaparken kahrolası” diye avazı çıktığı kadar bağırıyorlardı. Sırası geldiğinde doktorlar da aynı dilden bağırıyorlardı. Hiç bir Allahın kulu neden bunu yapıyorsun diye karşı çıkmıyordu doktor ve hemşirelere. Zeynep dâhil herkes ağlayıp yalvarıyordu suçlu çocuklar gibi bir daha olmayacak diye... Dışarıda eşleri dostları beklerken heyecan içinde. Hatta öyle ki çocuğun kolay doğması için rahim ağzında yaptıkları kesikleri uyuşturmadan dikiyorlardı. Zeynep’in küçükken gözünde büyüttüğü iğne fobisi bile bu acıların yanında hiç kalmıştı. Bu farklılıkları görene kadar Zeynep hayatın böyle olduğunu düşünüyordu ve kaderine çaresizce boyun eğiyordu. Zeynep’in kafası karmakarışıktı. Demek ki insanca yaşamanın büyüsü para denilen elle tutulur gözle görülür bu madde de saklıydı. Tüm bunlar kafasını meşgul ederken Zeynep dolmuştan inmiş ve bahçe içindeki etrafı turunç ağaçlarıyla çevrilmiş, çatısı kiremitle örtülü evine geldi. Odun sobasını bir kaç çırayla tutuşturdu ve üzerine etrafa kokular saçan mis gibi bir adaçayı koydu. Hafif bir kahvaltı yaptı. Yarın tahliller için aç ve yorgun bir gün kendisini bekliyordu. Zeynep sabah kuş cıvıltısıyla uyandı, pencereye koştu ve pencereyi açtı. İçeri portakal kokusu güneşle beraber girdi. Hemen üzerine kahverengi eteğini, küf yeşili kazağını aceleyle giydi ve otobüs durağına koştu.
Hastanenin paslı demir kapısından içeri girdiğinde ne yöne gideceğini bir anda bilemedi. Önüne gelen ilk kişiye sordu. Başında şapkası olan kısa boylu hafif kilolu adam bozuk bir Türkçeyle başını salladı ve hastanenin girişindeki danışma bölümünü işaret etti. Zeynep hafif başını eğdi ortası kesik camlı bölmede yüksek bir sesle
Dr Hakan Altındal’ın servisini sordu. Esmer siyah tenli görevli gür kaşlarını kaldırarak sağdan merdivenleri işaret etti. Merdivenlerden bir dolu insanla grup halinde çıktı. Herkes elinde bir yığın evrakla sağa sola koşturuyordu. Aklına hemen doktorun tavsiye ettiği hastabakıcı Nuran Hanım geldi. Önüne ilk gelen fakat kim ve ne olduğuna dair üzerinde herhangi bir kimlik olmayan beyaz formalı, sarışın havalı bayana, Nuran hanımı sordu. “Tanımıyorum canım servise sor” dedi azarlar bir şekilde. Zeynep, nihayet servisin kapısında “içeri girmek yasaktır” diye kapıyı tutan “Nuran hanıma” ulaştı. Doktorun adını verdi. Nuran hemen evrakları Zeynep’in elinden aldı ve polikliniğe telefon edip hastanın muayenehaneden geldiğini uygun bir dille kayıt memuruna anlattı. Zeynep poliklinik sırasında bekleyenlerin öfkeli bakışlarına aldırmadan kalabalığı yararak direk kapıyı açıp içeri geçti. Elindeki evraklara yeniler eklenerek laboratuar, bilgi işlem röntgen’e sırasıyla gönderildi. Her defasında eksik evrak yüzünden ikinci defa kayıt yenilemek zorunda kaldı. Bir türlü bitmeyen işlemler ağır hastane kokusuyla karışmış ve Zeynep’in açlığı da eklenerek sağlam geldiği hastaneden neredeyse hastalanıp çıkacaktı. Sabah heyecanla girdiği hastane kapısından; yüzü solmuş ve başında migren tarzı bir ağrıyla çıkmıştı. Demir kapının dışındaki camlı simit tezgâhından hemen bir simit aldı ve yemeğe başladı. Tüm gün koşuşturmasına rağmen göğsünün hala ultrasonu ve mamografisi çekilmemişti. Bunun için de eline ultrason ve mamografi çekilecek özel tıp merkezlerinin isim ve adreslerinin yazılı olduğu broşür verilmişti.
Zeynep Cumhuriyet Caddesi üzerindeki Sergüzeşt tıp merkezini tercih etmişti. Hem evine yakın hem de ulaşımı kolaydı.
Zeynep tıp merkezine ulaştığında saat bir hayli geç olmuştu. Fotoselli kapı Zeynep’i görünce hemen açıldı. Merkezin girişindeki salon bir sarayın avlusu kadar zevkle döşenmişti. Görünürde kimse yoktu. Hemen köşedeki tek kişilik deri koltuğa oturup gömüldü. Sessiz bir bekleyişten sonra koridordan beyaz gömlekli biri belirdi. Zeynep oturduğu koltuğun kenarına tutunarak güçlükle kalkabildi. Elindeki bir takım evrakları mavi bankoya bırakan Hamza Bey, “nasıl yardımcı olabilirim” diye sordu. “Meme ultrasonu çektireceğim” dedi göz kapaklarını hafif aşağı indirerek. Hamza bey, müracaat masasındaki bilgisayara Zeynep’in kaydını yaptı ve “Biraz izin verirseniz ultrason odasını hazırlayıp sizi alacağım” dedi Hamza bey kendinden emin bir şekilde. Ultrason odasının hazırlanması uzun sürmedi. Hamza Bey, kapıdan bir baş işaretiyle Zeynep hanımı odaya çağırdı. Beyaz örtülü bir sedye, masa üzerinde bir ultrason cihazı bulunan dar ve karanlık odaya giren Zeynep hafif ürperdi. “Atletin ve sutyenin dahil tüm giysilerini çıkaracaksın” dedi Hamza, Zeynep’e emin bir şekilde. Zeynep utana sıkıla bir genç kız ürkekliğinde giysilerini çıkardı. Hamza Bey, Zeynep’in mahremiyetine saygıdan dolayı ve rahatça soyunması için sırtını çevirdi duvardan yana büyük bir duyarlılıkla. Önce ultrason aletini her bir göğsünün üzerinde tek tek gezdirdi. Sonra pozisyon değiştirip sağa ve sola döndürerek elleriyle göğsünü en ince ayrıntısına kadar avuçlayarak muayene etti. Bir ara hızını almayıp eteğini biraz aşağıya indirmesini istedi. Fakat Zeynep, beklemediği bir tepki gösterdi; “benim sorunum göğsümle ilgili” dedi. Hamza Bey, ultrasonunuzu bu şekilde tam değerlendiremiyorum. İsterseniz iki gün sonra Cuma günü tekrar gelin sizi kapsamlı bir muayeneden geçireceğim dedi. “Ha bu arada kaydınızı tekrarlamanız gerekmiyor”. Geldiğinizde vakit kaybetmeden odaya hemen alacağım dedi. Zeynep bir buçuk saattir uzak kaldığı giysilerini büyük bir özlemle, acil bir şekilde üzerine geçirdi ve sanki yüz yıldır tutuklu kaldığı bu karanlık odadan kendini bir an önce aydınlığın saflığına bırakmak istiyordu. Öyle bir nefesi daraldı ki, kapalı yer korkusu olduğunu belki ilk defa yüreğinin en derinliklerinden hissediyordu. Bir an kafasını koridordaki her tarafından ışıl ışıl lambalar sarkan tavana kaldırdığında; keşke her şey girişteki fotoselli kapı gibi insanın niyetine göre kapanıp açılsa dar zamanlarda” diye geçirdi, içinden umutsuzca.
Zeynep eve vardığında, savaştan henüz çıkmış bir şövalye gibi tepeden tırnağa yorgunlukla kendini tahta sedirin üzerine zor attı. Ertesi gün aynı pozisyonda kendini uyanırken buldu. Başındaki tuhaf ağrı yüzünden tekrar uykuya daldı. Bir iki gün içinde kendini toparlayan Zeynep, yarım kalan muayenesini sonuçlandırmak için tekrar malum tıp merkezine yanlışlıkla mesai saatleri içinde gitti. Oysa Hamza Bey “saat yedi gibi gelin” diye randevu vermişti. Bu defa tıp merkezi görevli kaynıyordu. Fotoselli kapıda güvenlik görevlisi, kırmızı mini etek beyaz gömlek giyinmiş güler yüzlü genç bir Bayan Zeynep’i sıcak bir gülümseme ile karşıladılar. Kısa bir süre geçmeden danışmadaki genç bayanla Zeynep arasında normal sesle başlayan konuşma şiddetli bir tartışmaya dönüşmüştü. Sanki birileri damdan düşmüş gibi kalabalık sesin olduğu yere yönelmişti. Kavga ve gürültü tıp merkezinin tüm odalarına etki alanı geniş tesirli bir bomba gibi yayılmıştı. Merkezin yönetim kurulu başkanı ve sahibi Selim Bey, odasından kalkmış ve alt kattaki kargaşanın olduğu salona gelmişti. Oysa her şeyi en son duyururlardı Selim bey’e çalışanlar. Fakat bu defa ki yenilir içilir tarzda değildi. Durum ciddiydi. Bu bir skandaldı. Zeynep sinir krizleri içinde etrafa saldırıyor ve en ağırından hakaretler yağdırıyordu. “Sizi gazetelere televizyonlara vereceğim, bunu yanınıza bırakmayacağım” diye yerleri temizleyen “Hamza’ya” saldırıyordu. Etrafındaki insanlar ancak giysilerinden yakaladıkları Zeynep’i zapt edemiyorlardı. Zeynep, Hamza’nın üzerindeki formanın düğmelerini yakalamış ve baştan sona koparmıştı
Hamza elindeki paspasıyla donmuş ve savunmasız bir halde, olanları “sanki bir televizyonun ekranında” izliyor gibiydi. Selim bey durumu kontrol altına almak, için hemen Zeynep’i odasına çıkarmalarını istedi görevlilerden.
Zeynep sakinleştirilip çay, kahve, pasta ikram edildi. Selim bey, bu arada karanlık ultrason odasına indi, temizlikçi Hamza Efendiyi çağırdı ve kapıyı kapattı. Tüm çalışanlar, yüzünde ölüm sessizliği ve korku içinde beklediler. Nefesler tutuldu saatler durdu sanki o an. Geçmek bilmeyen bu suskun zaman çok şeyler anlatıyordu insana. Ders almasını biliyorsa! Ve bile bile zaaflarına yeniliyorsa! İşte duvarlar da suskunluğunu bozuyordu yeri geldiği zaman. Ultrason odasının karanlığı da bir gün aydınlanacak ve hiçbir suç cezasız kalmayacak diye hatırlasaydı Hamza Efendi, düşer miydi hiç böyle bir hataya.
İçerdeki tekme tokat seslerinden sonra Selim Bey, dışarı çıktı sakin bir şekilde. El hareketiyle herkesin görev yerine gitmesini istedi. Muhasebe müdürünü çağırdı, “Temizlikçi Hamza Efendi’nin” muhasebeye uğramasına gerek kalmadan acilen çalıştığı bu tıp merkezini terk etmesini istedi. Hemen olağanüstü bir toplantı yapıldı. Yeni prosedürler ve talimatlar yayınladı. Tüm çalışanlara yaka kartı verildi. Personel ve doktorları ayırt edecek üniformalar yeniden gündeme geldi ve çalışmalara başlandı.
Zeynep’e ultrason için bir hafta sonrasına ilgili çalışanlar tarafından tekrar randevu verildi. Muayene edecek doktorun, adı, soyadı, diploma numarası yazılı kaşe basıldı evrakına. Muayeneye gelişinde, Dr. Murat bey, Nazlı hemşirede olduğu halde ultrason odasında Zeynep’in meme ultrasonu mahremiyeti korunarak ve herhangi bir
Yanlışlığa meydan verilmeden yapıldı. Bu muayeneler ve kontroller tam üç yıl ücretsiz bir şekilde aksatılmadan devam etti.
Bu yazı, 2001-2004 yılları arasında yaşanmış gerçek bir öyküden esinlenerek yazılmıştır. Yer ve kişi adları kurgulanmıştır. Gerçekle bağlantısı yoktur.
Gerçek olan şudur ki, ister efendi ister bey olsun, herkes layığını bulacaktır er geç!!!
Saygılarımla.
Hilal Uludağ