Buket doğuda bir köye öğretmen olarak atandığında çiçeği burnunda, gül gibi kokan bir genç kızdı. Yürüdüğü yollarda girdiği ortamlarda bıraktığı kokular sarp kayalardaki sümbüllerle eşdeğerdi. Tek hayali öğretmen olmak ve memleketin her bir köşesine ışık saçmaktı. İşte hayali gerçekleşmişti. İçi içine sığmıyordu. Ülke bayrağının dalgalandığı her kare onun kutsalıydı. O yüzden bağımsızlığının tek teminatı olan bayrağının gölgesine bir başına gitmişti. Söz konusu bu ulvi görev olunca ailesi hiç karşı çıkmamıştı. Uzak diyarlardan koparılıp getirilmiş bir beyaz kum zambağı gibi serpilmişti sanki köyün çamurlu yollarına. Beyaz manto, beyaz çizmeler ve bembeyaz elbiseler içinde bir peri kızı gibiydi. Beline kadar inen simsiyah saçlar menekşe gözleriyle sanki dergi kapağından fırlamış gibiydi. Akıllara durgunluk veren bu güzellik karşısında yere çömelen kadınlar, ağızlarını eşarplarıyla kapatmış, yediden yetmişe tüm köylü seyrine dalmıştı. Uzak gezegenlerden ışıldayan bir yıldız gibi davetsizce serilmişti karanlıktaki köyün üzerine. O yürüdüğünde sanki rüzgârı bir hortuma dönüşüyor, önünde ne varsa onun tozuna dumanına karışıyor, adeta göğe yükselerek kendisiyle beraber uçuyordu. Rüya gibi bir yaşamı ardından bırakan Buket, bu insanların yaşamına bir kasırga gibi girmişti işte. Çivi topuklarıyla toprak yolda batıp çıkarken dik duruşundan hiçbir şey kaybetmeden sanki bir podyumdaymış gibi yürüyordu. Tetiklediği bu fay hattında yarattığı depremle derin izler bırakıyordu ardından. Geriye dönüşü mümkün olmayan bu yolculuk olağanüstü dikkat gerektiriyordu aynı zamanda. Yeni bir çağ başlamıştı bu genç öğretmenle adeta.
Gençlerin dili, yaşlıların aklı tutulmuştu. Böyle bir güzellikle… Bir başına… Bu tozlu yollarda… Beyazlar içinde bir genç kız…
Üstelik onu bekleyen, çözümü zor binlerce sorun…
Tozu toprağa katan askeri jeep köye doğru yönelince tüm köylü evlerini bırakıp meydana koşmuştu. Açılan jeep’in yüksek kapılarından prensesler gibi inen sanki bir film yıldızıydı, okulsuz köye gelen öğretmen değildi.
Komutan köylüleri topladı ve onlara “Buket Hoca Hanım artık sizin öğretmeniniz” dedi. Köyün ileri gelenlerinden biri, af buyurun komutanım “ne okul ne de öğrenci var köyümüzde” dedi. Hoca hanıma yardım edeceksiniz ve beraberce bu sorunu çözeceksiniz, gerekirse bizden de yardım alabilirsiniz diyerek Buketi köylülere emanet edip gitti.
Buket öğretmeni o gün köyün büyüklerinden Ahmet Efendi misafir etti. Ertesi gün köyün yaşlılarını toplayan Buket, benim için bir lojman ve öğrencilere bir derslik yapacağız geçici olarak mevcut evlerinizden. Kimin boş odası varsa gidip görmemiz gerekiyor diyerek köyü gezdiler. Kimsenin bırakın boş odası fazladan bir odası bile yoktu. Bir avlu, tüm ailenin bir arada yattığı bir oda ve kilerden başka bir yerleri yoktu. Fazla odalar ancak ahırlarda vardı. O yüzden Ahmet Efendi’nin ahırını boşaltıp ikiye böldüler, bir odayı öğretmene ayırdılar, diğerini derslik yaptılar. Tüm köylü, genç yaşlı seferber oldu. Kimi masa kimi kimi sıra yazı tahtası kimi kapı pencere yaptı. Bir haftada okula çevirdiler ahırı. Sınıftaki öğrenciler beş ve 15 yaş aralığındaydı. Köydeki hiç kimsenin alt yapısında okuryazarlık olmadığı gibi sınıfta Türkçe bilen de yoktu. Köydeki Türkçeyi çat pat bilenlerle de güçlükle anlaşıyordu öğretmen. Zor bir süreç bekliyordu Buket öğretmeni. Vakit kaybetmeden tebeşiri aldı eline Türkçe alfabeyle başladı işe. Anlasınlar anlamasınlar, onlarla sürekli Türkçe konuştu. Evde aileleriyle Türkçe konuşmasını istedi. Akşamları evinde Türkçe pratikleri yaptı öğrencileriyle.
Hasanla tam bu dönemde tanıştı. 15 yaş sınırına aştığı ve gençliğe adım attığından dolayı ailesi Hasan’ı okula göndermemişti. Oysa okumak Hasan’ın da hakkıydı. Zaten köyün ileri gelenleri arada bir toplanıp genç erkek ve kızlarını en hassas dönemlerinde böyle bir bayana teslim ettiklerinin sıkıntısını tartışıyorlardı. Bir gün Hasan tüm cesaretini toplayarak sınıfa geldi ve okumak istediğini söyledi Buket öğretmene. Köyün kurallarını zorlama şansı olmadığından Hasan’a ders sonrası pratiklere katılmasını istedi ve kabul etti Hasan. Öyle ki Buket Hasan’a yardım ediyordu, Hasan da Buket’in tek yardımcısı olmuştu adeta. Buketle Hasan aynı yaştaydı ayrıca. Buket ilçeye gideceği zaman da Hasan ona eşlik ediyordu. Hasanla artık ayrılmaz bir ikili olmuşlardı. Bu arada Hasan hem Türkçesini düzeltmiş eğitiminde de hızla ilerlemişti. Sürekli soruyor öğreniyor ve pratiğini ilerletmek için Türkçe konuşuyordu hep. Ailedeki herkesin kendisiyle Kürtçe yerine Türkçe konuşmasını istiyordu, böylece Türkçesini geliştirip Buketle daha iyi iletişim kuracaktı. Ne bulursa okuyordu, eski bir gazete parçasını bir mektubu defalarca okuyordu. Buket ona kitaplar veriyordu, sanki hızlı eğitim kursu almış gibi bir solukta okuyup teslim ediyordu. Öyle akıcı hale gelmişti ki Türkçesi nerdeyse ana dilini unutmuştu. Tam da istediği buydu, mükemmel Türkçe konuşmaktı hedefi. Hasan’ın bu inanılmaz ilerleyişi Buketi çok memnun ediyordu. Buket okul yaşı geçmiş olan diğer kızlı erkekli gençler için de akşam grubu açmıştı. Gecesi gündüzü doluydu Buket’in böylece. Yetişemediği yerde hemen yardımına Hasan koşuyordu. Sanki yabancı bir memleketteydi Buket. Karşısında yabancı bir dil ve yabancı bir gökyüzü vardı. Herkes yaşamından memnundu Hasan hariç. “Bu siyah beyaz hayat benim kaderim olamaz” diyordu Hasan Buket’e… yanlış bir coğrafyada doğmak kader olmamalıydı. Mevcut şartlarda yaşamla ilgili beklentileri hayal gibi gözükse de imkânsız değildi. Hasanın mücadelesi Buketin itici gücüyle birleşince aşılmayacak engel olamazdı.
Eğitimde bir yıl geride kalmıştı. Buket öğrencilerle eğitim, öğretim köyün geri kalanıyla da, iletişim ve en önemlisi dil sorununu büyük oranda çözmüştü. Yaz tatilinde ailesin yanına gideceği yerde köyde kalmayı tercih etti. Artık köye bir okul yaptırmanın zamanı gelmişti.
Köyün ileri gelenlerini topladı, bir okul yapmanın gereğini anlattı. Bu sebeple beraberce ilçeye kaymakama gidilmeliydi. Öğretmen at sırtında diğerleri yürüyerek bir köy kadar mesafe aştıktan sonra ana yolda durdurdukları bir kamyona binerek ilçeye vardılar. Bir hafta kaldılar ilçede ve her gün kaymakamı ziyaret edip durumlarını arz ettiler. Bir haftanın sonunda dozer kum ve çimento kamyonu köye girdiğinde yine tüm köylü koşarak bu ölümsüz an’a tanıklık ediyordu. Belirlenen okul yerine malzemeler boşaltıldı. Yaşlı genç çoluk çocuk Herkes elinden geldiğince yardım ediyordu. Mutluluk gözyaşı döküyordu öğrenciler. Projeyi buket çizdi, köylü okulunu kendisi yaptı yine. Ve yanına lojman da eklendi. İstiklal marşı eşliğinde bayrak göndere çekildi. Artık bir okul, öğretmen ve öğrenciler vardı. Hedefler gerçekleşmişti. Bu okulun öğrencisi olamayacağı için sadece Hasan’ın yüreği buruktu. Hasan’ın üzüntüsünü fark eden Buket, bir yol haritası çizdi Hasan için. Açıktan gireceği sınavlardan sonra mezuniyet belgesi ve sonrasında bir yatılı okul sınavlarına hazırlanacaktı. Sıkı bir çalışmayla tek girişte aldı mezuniyet belgesini ve yatılı okul sınavlarından polis okulunu kazandı Hasan. Artık geleceğini garanti altına almıştı. Kendisine dar gelen bu siyah beyaz gökyüzünün çatısında yaşamaya mecbur kalmayacaktı. “Ben babamın kaderini yaşamayacağım” diye yeminler ediyordu. Hasan sonbaharda bir başka şehirdeki yatılı okula başladı. Ailesi yas bağladı, sanki önlerinde bir cenaze varmış gibiydi. Tek umutları gözlerinin nuru biricik evlatları yuvadan uçmuştu çoktan. Bir başına hem de hiç tanımadıkları bilmedikleri bir gökyüzünde.
Köydeki herkes gözaydın yerine geçmiş olsuna gelmişti. Annesinin gözlerinde yaşlar babasının kafası önünden kalkmıyordu. Baba sadece askerlik için köy dışına çıktığı için bu gidişi bir isyan olarak değerlendiriyordu. Bu mal mülk tarla takıma kim sahip çıkacaktı ilerde. İşin içinden çıkamıyordu. Sanki evin bir tarafı yıkılmış gibiydi.
Bu arada Buket ilk öğrencilerini mezun ettikten sonra, başka bir şehre atama istedi. Ataması kabul oldu ve gözyaşlarıyla köyden ayrıldı.
Hasan okuldan mezun olmuş ve Buketle aynı şehre atandıklarını öğrendi bir yakınından. Mutluluktan uçuyordu Hasan bu haber karşısında. Hemen bir demet beyaz gül alarak Buketi ziyarete gitti yeni okulunda. Hasan ve Buket sanki yüzyılda bir araya gelen dünya ve Venüs gibilerdi. Çarpışmaya hazır iki galaksi gibilerdi, görülmeye değerdi. O günden sonra hiç ayrılmadılar. Durumlarını izah edecek kelime bulamadıkları için uzun süre konuşamadılar. Hasan kendini toparlayıp konuşmaya başlar başlamaz evlilik teklif etti Buket’e. Hemen kabul etti ailesine danışmadan Buket. Durumu ailesine anlatınca şiddetle karşı çıktı anne, baba. Önce bir anlam veremedi Buket, ikna olurlar diye düşündü Ama evliliklerine bir türlü onay çıkmıyordu hanelerinde. Evi terk etti Buket. Anne baba çaresizce razı oldu. Düğünleri yapıldı. Senesinde Toprak adında evlatları doğduğunda, anne babası gerek torun sevdasından gerekse Hasan’ın aileyle bütünleşmesi sonucu, Hasanı evladı olarak bağrına bastılar. Hasan her şeyden öndeydi artık. Hasan bunu sever, bunu sevmez diyerek tüm yemekler Hasanın isteğine göre yapılır. Hasan ailenin kalbindeki tahta oturmuş, toprak el bebek gül bebek olmuştu. Dünya Hasanla Toprağın etrafında dönüyordu. İlk torundu toprak sonuçta. Buket hem şehrin ağır yaşamı, hem mesleki hem de çekirdek ailesinin sorumluluklarını yürütüyordu. Bu arada Hasan’ın eğitim tutkusu dur durak bilmiyordu üniversite sınavlarına girmiş hem çalışıyor hem de iki bölüm birden okuyordu. Bir yandan siyasetle de uğraşıyordu. Evreni hep genişliyor, bulunduğu gökyüzüne sığmıyordu bir türlü. Hep başka gökyüzü başka yaşamların peşindeydi. Buketin sorumlulukları aksine o hep dış yaşamla ilgileniyordu. Yalnızlığa itilmiş sorumluluklarıyla bir başınaydı Buket. Ama bu durumu olumsuza yorup dillendirmiyordu. Bu arada Buket ikiz kızlarına hamileydi, zor bir hamilelik süreci geçiriyordu. Hasan da bu arada üniversiteyi bitirmiş önemli makamlar elde etmişti. Gurur verici bir üne sahip olmuştu. Buket hariç herkes bu durumdan memnundu. Ama Buket yalnızlığını kendi içinde yaşıyordu, zehrini içine akıtıyordu. Mutluymuş gibi davranıyordu. Hasan dış meşguliyetlerini bahane ederek eve gidiş gelişlerini azalttı. Kızları Pelin ve Derin ilkokul çağında, oğlu Toprak lise çağındaydı.
Hasan hiç düşünmeden valizini toplayarak ayrı yaşama kararı, ardından boşanma aldırdı. Buket şaşkınlık içindeydi. Buketin annesi evladımı kaybettim diye ağlıyordu. İsyanlardaydı babası. Nasıl olur, ne demek bu? suç kimde? Dövünüyordu baba… Başta bu evliliğe nasıl karşı çıktılarsa, şimdi de boşanmalarına karşıydılar. Çünkü Hasan’ı bir evlat olarak bağrına basmışlardı, bir evlat onları böyle bırakıp gitmezdi. Buket yine ailesiyle Hasan’ın arasında kalmıştı. Buketin Hasan’ı ikna çabaları işe yaramadı. “Biz seninle siyah beyaz gibiyiz, birlikte olmamız imkânsız” dedi. Acılara gömüldü Buket. Evet, aralarında farklılıklar vardı ama siyah beyaz gibi değildi, aşılabilirdi. En azından Buket böyle düşünüyordu. Avukatı duruşma için Buketi aradığında henüz ağır bir ameliyat geçirmişti. Güçlükle doğruldu, nefes almakta ve yürümekte zorlanıyordu. Kuaföre gitti saçına fön çektirdi makyaj yaptı. Aciz görünmek istemiyordu. Mahkemeye gitti, ne söylerlerse evet dedi. Bir an önce bu işkencenin bitmesini istedi. Hiç göz göze gelmediler duruşma boyunca. Bir çırpıda tüm evrakları imzaladı, hiçbir şey talep etmedi. Mahkemeden ayrıldıktan sonra avukatın arabasında iken yolda ağlama krizine tutuldu, arabadan inmek istedi. Avukat şaşkınlık içindeydi, az önce mahkemedeki güçlü kadın bumuydu... Yol ortasında arabadan indi hıçkırarak ağlıyordu gelen geçene aldırmadan. Birkaç saat eve gelmedi. Yağan yağmurun farkında bile değildi. Gözyaşlarına karışmıştı yağmur, kemiklerine işlemişti. Bedeninin acılardan arınması için kendisini yağmurun altına attığını ancak eve gelip ateşlendikten sonra anladı. Yalnızlığa itilmenin acısını Ameliyat ağrısından daha fazla hissediyordu. Yaşamındaki fırtına kasırgaya dönmüş, kendi halinde akan ırmaklar sellere… Okyanusun hırçın sularında, acımasız bir gökyüzünün altında bir başına yardımsız kalmıştı. 20 yılın ardından 3 evlatla yol ortasında bırakılmıştı. Ancak yaşam güçsüzlüğü kabul etmiyordu… Evde onu bekleyen ve gözünün içine bakan çocukları vardı. Çocuklarını topladı, uygun bir dille durumu izah etmeye çalıştı. “Bazen anneler babalar ayrı yaşamak zorunda kalabilirler” dedi kelimeler boğazında düğüm düğüm, güçlükle ve yutkunarak…
Toprak durumun farkındaydı, kendisini odasına kapattı, bilimsel kitaplarla doldurduğu odasından sadece acil ihtiyaçları için çıkıyordu.
Buket öyküler yazdı, Ağlamanın şiddetini yazacak yeterli kelime bulamadığı zaman, kayıt cihazına konuştu, ağladı, bağırdı, çağırdı…
Eline bir papatya aldı, seviyor sevmiyor, seviyor sevmiyor diye kopardıktan sonra, baktı ki bitmiş papatyalar… İşte o zaman, her şeyin sınırlı sayıda verildiğini ve geriye dönüş olmadığını, aslında yaşamak için beklenen zamanın hiç gelmeyeceğini anladı. Siyah ya da beyaz… Yaşamak lazımdı hayatı, an’ı dakikayı saati…
Bir öykü daha yazdı, kadını Titanik gibi bir gemi, erkeği de gemin kaptanı olarak tanımladı. Geminin buz dağına çarpmasında suçlu ne kaptan ne de gemiydi ona göre. İnsan, yaşamın kendisine sunduklarını yaşıyordu sadece. İşte yaşam böyleydi kısaca. Ne siyah beyazı örtüyordu, ne de beyaz siyahı. Evlilikte öyleydi, siyah bir evliği beyaza, beyaz bir evliği siyaha dönüştürmek imkânsızdı işte…
Hilal Uludağ
10.05.2021 03.08