Tarih: 26.04.2021 14:06

SOYKIRIM İLANI NATO'YA YENİ GÖREVLER YÜKLER Mİ?

Facebook Twitter Linked-in

ABD Başkanı Biden'in 1915 olaylarını soykırım olarak anıp, bunun Türkiye'yi suçlamak değil mağdurları onurlandırmak için yapıldığını ifade etmesine karşın, asıl hedefin geçmiş hesabını kapatmak değil, geleceğin tasarlanması yönünde olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

24 Nisan'da Biden tarafından oynanan soykırım kartı, yeni dünya düzeninde Türkiye için ciddi bir uyarı niteliğindedir. Uzun yıllardır Demokles'in kılıcı gibi tepemizde sallandırılan bu kartın neden bu sefer oynandığını anlayabilmek için, dünyada gelişen olaylara daha dikkatli bakmak gerekiyor.

Biden'ın, Şubat ayında Almanya/Münih'teki Güvenlik Konferansı'nda yaptığı 'Demokrasi ittifakı' ana fikirli konuşması ve 'Dünyanın birçok yerinde demokrasiler saldırı altında, demokrasiyi korumalı, güçlendirmeli ve yenilemeliyiz' sözleri, aslında yavaş yavaş uygulamaya koyulan (soykırımın kabulü de bunun bir parçası) yeni dünya düzeninin tesis edilmesindeki anahtar faktörleri bize anlatıyor.

Yakın gelecekte NATO Genel Sekreteri olması beklenen, Yugoslavya'nın NATO tarafından bombalanarak parçalanmasında sadece 'değerli ve seçkin' katkıları olanlara verilen Manfred Wörner madalyası sahibi de olan şimdinin Almanya Savunma Bakanı Annegret Kramp-Karrenbauer, Biden'li ABD ile dünyanın daha güvenilir bir yer haline geldiğini söyleyerek, Rusya'yı AB için düşman, Çin'i de hegemonyasının sınırlandırılması gereken bir güç olarak tarifinden, ABD liderliğindeki NATO'nun, özellikle Çin ve Rusya özelinde 'sopası'nı biraz daha sık göstermeye başlayacağı anlaşılıyor.

Eskiden demokrasi açık, apaçık pazarlar, serbest mi serbest piyasalar, özerk mi özerk kurumlar, asla ürkütülmemesi gereken ve önüne asla ve kat'a herhangi bir engel konulamayan sermaye anlamına geliyordu. Birçok konuda birbirinden 180 derece zıt noktada duran (yakın zamana kadar) Erdoğan'ın, Kılıçdaroğlu'nun, Akşener'in, Demirtaş'ın, Babacan'ın vs. cümleten işi gücü bırakıp 7/24 Merkez Bankası'nın bağımsızlığından, sermaye kontrollerinin yanlışlığından, yatırımcıyı ürkütmemek gerektiğinden, yatırım çekebilmek için piyasa kurallarının işletilmesi gerekliliğinden vs. bahsetmesi ve demokrasi vurgusu yapması malum bundandı.

Yakın zamana kadar durum böyleydi ama, artık demokrasi ittifakından bahseden batılı ülkelerin demokrasi tanımları yavaş yavaş değişmeye başladı. Demokrasinin yeni tanımı, batı ittifakının Çin'e karşı aldığı pozisyona göre şekillenmiş durumda.

Demokrasi ve özgürlük adına yeryüzünün en küçük parçasını bile açık bir pazara, orada yaşayan her bir insanı ise tüketiciye dönüştürmek amacıyla parçaladıkları ulus devletlerde etnik ve mezhep temelli anayasalar yaptıran, kendi tarihlerinden çok daha kadim ulusları bölüp her birini küçük şehir devletlerine dönüştüren, ABD başta olmak üzere gelişmiş batılı ülkelerin bu yeni gelecek tasarımlarını şimdi yapmalarının en önemli sebebi, elleriyle yarattıkları 'piyasanın', artık kendi devlet yapılarına da saldıran ve ağır tahribata yol açan bir canavara dönüştüğünün farkına varmaları.

ABD Başkanı Biden'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan'ın; Biden Başkan, kendisi de Ulusal Güvenlik Danışmanı olmadan neredeyse 1 yıl önce dünyaca ünlü Foreign Policy dergisine yazdığı makale, aslında oluşmakta olan yeni paradigmaya yönelik öncü bir işaret fişeği niteliğindeydi.

Bu yazısında Sullivan, yeni bir ekonomik sistem kurmaları gerektiğini, var olan neoliberal ekonomik sistemin kendileri için de artık bir ulusal güvenlik sorunu haline gelmeye başladığını, ABD'nin küresel düzeydeki şirketlerin çıkarlarını korumak için dünyaya bekçilik yapmaması gerektiğini ve Çin'in yükselişiyle tek kutuplu olmaktan çıkan yeni dünyada ekonominin sadece ekonomistlere (iktisatçılara) bırakılamayacak kadar değerli olduğuna değiniyor.

Neoliberalizmin ulusal güvenlik sorunu haline gelmesinden kasıt, elbette ki Çin'in yukarıda bahsettiğim devlet kontrollü kapitalizm uygulamaları sonucu tamamen serbest piyasaya ve sermayeye teslim edilmiş gelişmiş ülke pazarlarını kontrol altına almaya başlaması.

Annegret Kramp-Karrenbauer'ın, ittifakın neyi, niye koruması gerektiğini anlattığı sözlerinin önemi de bundan geliyor.

Korkunç insan hakları ihlallerine rağmen, özellikle sermaye çevrelerinin baskısıyla 2001 yılında Çin'in Dünya Ticaret Örgütüne katılmasına izin verildiğinde bu durum, ABD başkanı Clinton tarafından dünyaya küreselleşmenin bir zaferi ve herkesin kazanacağı bir tablo olarak açıklanmıştı: Çin dünya ticaret kurallarına tabi olarak yavaş yavaş batı dünyasına entegre olacak, totaliter yönetimi açık toplumlara entegre oldukça zayıflayacak, ülke demokratikleşecek, dünyaya açılacaktı. Serbest ticaretin demokrasiyi getirdiği savını savunurken George W. Bush'un da dediği gibi: 'Dünyada yabancı ülkelerin mal ve hizmetlerini ithal ederken bu yabancı ülkelerin fikir ve inanışlarını sınırları dışında tutmayı başarabilen hiçbir ülke yoktur.'

Ha tabii bir de milyarlarla ifade edilen bir nüfusa sahip bir pazar batılı sermayeye açılacak, Çin pazarına satılan mallar batılı üreticilerinin ülkelerine refah olarak dönecekti.

20 yıl sonra dönüp baktığımızda ise tablonun bundan çok daha farklı olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Halkını ucuz iş gücü olarak (neredeyse kölelik seviyesinde) dünyaya pazarlayan Çin, batılı sermaye sahiplerinin ağzını sulandırarak batı ülkelerindeki üretimin büyük bir kısmını ülkesine çekmeyi başardı. Bunun sonucunda gelişmiş ülkelerde kapanan fabrikalar ise küreselleşme sonucu kendilerine daha fazla refah sözü verilen bu ülkelerin vatandaşlarına işsizlik ve gelirlerde azalma olarak döndü.

Dünyaya entegre olarak totaliter yönetimi zayıflayacağı düşünülen Çin'in yönetiminde en ufak bir değişim olmadığı gibi, üstüne üstlük dünyanın en büyük 2. ekonomisi ve en büyük ihracatçısı olan, sayılamayacak kadar çok sektörde piyasa yapıcı haline gelen bu totaliter yönetimin eline en büyük kozu bizzat sermayenin kendisi vermiş oldu.

Üstelik tüm bunların karşılığında liberal serbest piyasa kurallarına uyması beklenen Çin, tabii herkes bizim yerli liberallerimiz kadar alık olmadığı için, ülkenin kapılarını sorgusuz sualsiz yabancı sermayeye açmadı. İş dünyası, sermaye ve finans çevreleri üzerindeki devlet kontrolü kaldırılmadığı gibi, aksine stratejik olarak ülkenin çıkarına kullanılabileceği şekilde kademeli olarak artırıldı.

Özetle Çin, serbest piyasanın yapısını, bunun mucitlerine karşı kullanarak 20 yılda bir deve dönüştü ve artık ABD'nin karşısına dikilerek tek kutuplu dünya düzeninin üzerine üzerine gidiyor.

Sürecin kazananı ise şüphesiz ki hem gelişmiş ülkelerdeki sendikal haklardan ve yüksek ücretlerden kurtularak düşük maliyetle Çin'e üretim yaptıran, hem mallarını düşen maliyetler sebebiyle daha yüksek kârla kendi ülkelerinde satmaya devam eden, hem de milyar nüfuslu yepyeni bir Çin pazarına kavuşan sermaye oldu.

Küresel (ve bir ucu muhakkak Çin'de olan) tedarik zincirlerine bağımlı hale gelmiş olan dünya ticareti, pandemiyle birlikte en ufak bir sallantıda çökme emaresi gösterince ilk işaret fişeğini yollamış oldu. (Dünya ticaretinde halihazırda bir lojistik ve hammadde krizi devam ediyor.)

Yine pandemiyle ilgili olarak, özellikle halk sağlığının tehdit altında olduğu bir süreçte, devletin sağlık gibi kritik bir alanda özel sektöre bağımlı olmasının (ve ABD, Alman, İngiliz şirketi dahi olsa özel sektörün de dolaylı olarak Çin kontrolünde olmasının) tehlikesi çok net görüldü.

Türkiye de dahil gelişmekte olan ülkelerin alışık olduğu bu senaryoyu, gelişmiş ülkeler alışık olmadıkları şekilde pandemi süresince defalarca yaşadı.

Buna açık bir örnek;

Amerikalıların tıbbi maskelerini kendi şirketleri aracılığıyla Çin'e kaptırması, üstelik kendileri üretecek kapasiteleri olmadığını fark etmeleri; Avrupalıların aşıları kendi şirketleri aracılığıyla İngilizlere ve Amerikalılara kaptırması; Amerikan ordusunun kullandığı mikroçipleri serbest piyasa bahanesiyle Çin ordusuna satan şirketlerin (TSMC) ortaya çıkması, bu şirketlerin taşeronları yaptırım kapsamına alınınca başka şirketler aracılığıyla satışa devam ettiğinin ortaya çıkması... Bunlar gibi bir sürü olay, zaten işsizlik artışı ve ücretlerin düşüşü ile öfkelerin yöneldiği hükümetler neoliberalizmi ateş hattına atmış görünüyor.

Artık ABD gibi sermayenin ana vatanı sayılan ülke politika yapıcıları bile ulusal güvenlik sorunu olarak işaret ettikleri bu ekonomik sisteme karşı, adeta ulus devleti yeniden icat eder hale geldiler. IMF raporlarında sermaye kontrollerinin o kadar da kötü bir şey olmadığına yer verildiği, en liberal yayın organlarının bile sermayeye karşı çok sınırlı kapsamda da olsa emeği savunur olduğu, her konuda serbest ticaret ve serbest piyasa savunmasının artık işlemediği günümüz dünyasında, örneğin dünyanın en büyük mikroçip üreticisi olan TSMC, ABD tarafından Çin'e karşı tarafını seçmesi ve üretimi ABD topraklarına taşıması için büyük baskı görüyor.

Keza ABD'de ekonomiyi hareketlendirmek ve belirli sektörlerde Çin'e kaybedilen istihdamı geri getirebilmek amacıyla başlatılan 4 trilyon dolarlık altyapı hamlesi, özel sektör lobilerinin tüm isyanına karşı ve serbest piyasa müritlerinin şaşkın bakışları arasında, neoliberallerin gözdesi yap-işlet-devret yöntemiyle ya da kamu-özel ortaklığıyla değil, tamamen devlet tarafından finanse ediliyor ve yapılıyor.

Ulus devletlerin ciddi güç kaybettiği, yerel endüstrilerin ciddi yara aldığı, işsizliğin artıp ücretlerin azaldığı, ülkelerin ürettiği değerlerin sermayenin talanına açık hale geldiği (saydıklarımın tamamının Türkiye için de geçerli olduğu açık) bu 40 yıllık sürecin ardından bugün, yeniden ve bir kez daha tarihi bir kavşaktayız.

Ulusal çıkarlar gereği artık neoliberalizmin fişinin çekildiği, ulus devletin gelişmiş ülkeler tarafından adeta yeniden icat edildiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Artan ulusalcılığın ve korumacılığın, ülkelerin içe kapandığı izolasyonist bir dünyaya evrilmemesi adına ise yeni, Çin'e karşı modifiye edilmiş bir Batı ittifakı yürürlüğe giriyor.

İşte Biden'in 'soykırım' açıklaması, Türkiye'ye tarafını seçmesi yönünde yapılan önemli bir uyarı olma özelliği taşıyor. Bunun yanında, sadece Türkiye, Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan eksenini değil, aynı zamanda Rusya liderliğindeki, özellikle Kafkasya'daki bağımsız devletler topluluğu üyeleri arasındaki etnik ve mezhepsel fay hatlarını tetikleyecek, bölgeyi yine NATO eliyle 'Yugoslavyalaştırma' kapasitesine sahip olması bakımından da ciddi bir mesaj ve önem arz ediyor.

Hiç kuşkusuz bu, güney ve doğu sınırımızdaki bütün etnik ve mezhep eksenli sinir uçlarını tetikleme potansiyeli bilinerek yapılan planlı bir çıkış. Ukrayna İçişleri Bakanı'nın 'Biz de tanıyalım' demesi ile, HDP'nin bu minvaldeki açıklamaları, anlık olarak dışa vurulan tepkiler değil, o sözünü ettiğimiz yakın gelecekte tutulacak safların ilan edilmesi olarak okunmalı.
Bu kavşakta gerek ekonomik, gerek siyasi olarak alacağımız pozisyon, ileride çocuklarımızın nasıl bir ülkede yaşayacağı üzerinde birinci dereceden belirleyici olacaktır.

Demokrasinin tanımı da, sistemin de ayarı değişiyor. Eski ezberleriyle, hâlâ kimliklere, mezheplere dayalı, neoliberal önkabullerle 'Devlet köprü mü yaparmış?', 'Devlet cam mı üretirmiş?', 'Özelleştirin gitsin.', 'Ulus devlet öldü.' diye sayıklayarak siyaset yapanların duruma uyanmasının zamanı geldi, geçiyor.

Bu açıdan, tüm dünyanın neoliberalizmin yaptığı tahribatları bir ulusal güvenlik tehlikesi olarak kabul ettiği günümüzde, sosyalist ve devrimci partilerin dışında kalan iktidar ve muhalefetin aynı ekonomik programa (neoliberalizme) bağlılığı ülkemiz için gelecekteki en temel tehlike.

İttifakların ileri karakolluğunu ve emir erliğini yaptığımız değil, bağımsız olduğumuz ancak yalnız olmadığımız, devrimci, demokratik, müreffeh bir ülke idealinde politik ve ekonomik duruşumuzu yeniden değerlendirmemiz gerekiyor.


Orjinal Habere Git
— HABER SONU —