Mutluluk son şiirdeki en son mısra… Nerede bırakırsa orada kalır işte hayat!
Yaşamın kıyısında kaç kez yakalanır ki insan beklenen o kaçınılmaz zamana...
1999 Marmara depreminde sabahın en derin uykusunda, yer gök öfkesini haykırırken saniye saniye;
Benim ellerim elektrik düğmesinde, hesaplaşıyordum hayatın kareleriyle. Anlamsız üzüntülerle neden hayatımı zehir ettiğimi düşünürken, bir yandan da geçirdiğim mutlu saatler ve dakikalar sayesinde bu acımasız an’a katlanıyordum. “Demokrites ve Heraklites” hikâyesinde gibi acaba “ağlayan mı umutlu gülen mi mutlu gidecek bu dünyadan” diye düşünüyor ister istemez insan. Demokrites ve Heraklites... İkisi de bilgin… Birisi sürekli ağlar, diğeri ise güler çağında… Görünüşte sanki ağlayan mutsuz, gülen mutlu! Oysa tam tersine. Aslında irdelenirse ağlayan “neden hala bu insanlar böyle, neden her şey mükkemel değil” diye umutlu. Fakat gülen; oldukça her şeyden elini eteğini çekmiş ve umutsuz…
Mutluluk ve mutsuzluğun kuyruklarından birbirine bağlı oldukları söylenir, aşırı sıcak bir havanın ardından beklenen bir fırtına gibidir mutluluk. Kimileri gök gürültüsünden kimileri şimşekten korkarlar. Aslında o çığlığı koparan sadece bir kaç saniyelik görüntüdür. Mutluluk karanlığımızı aydınlatan anlık bir şimşekse, mutsuzluk bitmeyen gök gürültüsüdür yaşamımızda. Mutluluk olmasaydı mutsuzluğun ne olduğunu bilemezdik sanırım. Sürekli çakan şimşeklerin ne kadar tehlikeli olduğunu şu an kavramış durumdayım. Mutluluk resimlerde mi acaba? Abidin Dino’nun yaptığı gibi… Ya da taktığımız sosyal maskelerde mi? Mutluymuş gibi görünerek durumu kurtarmak mı? Toplumda, Oluşa gelmiş tabloyu bozmamak uğruna...
Aslında yaşamdan o kadar çok alacağımız var ki bir türlü memnun olamıyoruz. Sürekli isyanlardayız.
İşte birileri mutluluğumuzu kıskanıp çalabilir diye kendilerine mutsuzluğu taht edinmenin ne anlamı var. Hayatı olduğu gibi kabullenmekten başka çaresi var mı insanın. Kimimiz yanlış ülkede, kimimiz yanlış ailede doğduğumuza pişman olarak yaşarız. Ne bebekliği, ne gençliği ne de yaşlılığı kabulleniriz. Bencilce ömür tüketiriz bu kısacık yolda. Neden var oluşun hazzına varmaz ki insan?
Yaşamla ölüm arasındaki bedenimizi ruhumuzu tanımak, anlamak ve farkına varmak için, bilim adamı olmaya gerek yok. Asıl mutluluğun “bir nefes sıhhat içinde saklı olduğunu” unutmazsak Ve son nefesimizi bile mutlu bir sonla bitirirsek bu dünya da mutlu bir yaşam sürdüğümüz anlamına gelecektir.
Kral tahtından indirilmiş ve giyotine giderken son arzusu sorulur. “ah Solom ah Solom “der. “neden Solom” diye sorduklarında; ben bir zamanlar kraldım, Solom bana; “hiç kimse nasıl öleceğini bilmeden mutlu bir Yaşam sürdüm diyemez”. İşte ben “kralken” şimdi giyotine gidiyorum.
Eğer başımızı yastığa koyduğumuzda hemen uykuya dalıyorsak, sabah ezanında ağrıyla değil, beynimizdeki saat merkeziyle uyanıyorsak, sabahları pencereleri açıp temiz havayı derince soluyorsak, bu zenginliğin farkına varmaktır mutluluk…
Dr Abraham Maslow’un insan gereksinimleri üçgeninde;
Önce;
Hava, Su, Beslenme, gibi (fizyolojik gereksinimler, zorunlu ihtiyaçlar)
Barınma
Sosyal
Ve en son
Psikolojik gereksinimler gelir.
Nefes alamayan ya da boşaltım problemi olan bir kişiye bir valiz dolusu para teklif etseniz o an, hiç bir anlamı yoktur onun için paranın servetin. Bir an önce sağlığına kavuşmaktır tek istediği...
Yaşlı ve birçok hastalık sebebiyle, doktor isteği sonucu, birçok diyetler uygulamak zorunda kalan rahmetlik annemin şu sözleri, hiç aklımdan çıkmaz; “zamanında gençtik, taşı eritirdi midemiz, kıtlık seferberlik vardı, bulabildiğimiz ekmeğe tuz ve biber eker yerdik. Fakat mutluyduk. Oysa şimdi her şey var fakat hastalıklardan dolayı; yiyemediğim için mutsuzum. İşte rahmetlik annem için mutluluk; yiyebileceği bir lokma ekmekti...