Babamın vefatı sonrasında yayla yerindeki bahçeye bilmem kaçıncı kez ektiğimiz maydanoz tohumları, aynı mevsimde, ayı yerde, aynı oranda aynı şekilde suladığımız halde filiz vermemekte ısrar ediyor. Tabiat anlamadığımız bir şeye karşı direniyor. Neyi yanlış yaptığımızı veya yanlış yapıp yapmadığımızı da bilmiyoruz. Annem şikayet edip duruyor. “Babanızın zamanında…” diye başlıyor ve o milyonlarca harfle kurduğu kelime ordusundan oluşan cümleler sanki hiç bitmiyor. Bizim müezzinin okuduğu ezanın ”Hayye ale’s Salah” kısmını hiç bitirmemesi gibi yani! Ortada bir gariplik olduğu kesin. O toprakta o maydanoz tohumları yeşerecek, müezzinin de bütün çabasına karşın o ezan bitecek! Tersi doğa kanunlarına aykırı.
Ülkemiz de, yine ve yeniden, fikri alt yapısı masa başında çalışılmış, hangi sinir uçları uyarılırsa ne tür tepki alınacağı ve bunun hangi sosyolojik sonuçlar doğuracağı deneysel olarak ispatlanmış bir politik hat oluşturulmaya çalışılıyor. İçeride, dışarıda, bölgemizde ve dünyada organizasyon kapasitesine sahip küresel düzenin asli sahiplerince yürütülen ve birden çok merkezli bu mühendislik çalışmasının amacı, ülkemizde demokrasinin yerleşmesi, insan haklarına saygı, yoksulluğu, işsizliği derinleştiren gerçekçi ekonomik politikalara dönülmesi veya çürüyen eğitim, sağlık alanlarında soygun ve talana dayalı politikaların terk edilerek halkın bunlara bedelsiz olarak erişebilmesi değil.
Hayır, bu düzeni kendilerinin kurduğunu ve aslında yaşadığımız sonuçların müsebbibinin yine kendileri olduğunu çok iyi biliyorlar. İşte tam da bu nedenle, Erdoğan'ın uzun süren iktidarında nefessiz bıraktığı toplumun kontrolden çıkıp düzeni sarsma, yıkma tehlikesini bertaraf etmeye dönüktür bütün çabaları.
1995 yılında The Guardian’a verdiği röportajda “Cumhuriyet döneminin sonu geldi” diyerek yaşadığımız bu günleri yaratanların önde gelenlerinden olan Abdullah Gül’ün, şimdi o hedefi yakalamasına ramak kalan Erdoğan’ın “yoldan çıkmasına” karşı yapılan (İttifak Kimin Fikri başlıklı yazımda aktarmıştım) koalisyona üye yazılarak, yıkmaya çalıştığı Cumhuriyetin yıkılmasını önleyecek aktörlerden önemli birisi olarak pazarlanmaya çalışılmasını başka kim sağlayabilirdi ki?
2002’den sonra görev yaptığı Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı koltuklarındayken ülkemizi yok eden yasaların çıkarılması, uygulanması ve imzalanması aşamasında birinci dereceden sorumlu olan birisi yıllarca bunun için çalıştıktan sonra, Cumhuriyetin yıkılmasından ancak mutlu olabilir sadece. Eseridir nihayetinde. İşte o Abdullah Gül'ü Cumhuriyet savunucusu olarak göstermeye çalışıyorlar şimdi! Zorlamayın. Olmaz. Doğanın kanununa aykırıdır.
Gariptir ki doğanın kanununa aykırı bu zorlama CHP içindeki bazı mukimlerince seslendiriliyor. Sürdürülen buna benzer paralel bir başka zorlama da, işgal ordularını savaş meydanlarında yenerek kurduğu devlet dünyanın en saygın ulusları arasında yerini alırken; ekonomisi güçlü, yargısı saygın, politikacısı namuslu, gelecek umudu olan bir ulus yaratan Atatürk’ün anti-emperyalist bilinci CHP’den kazınmaya çalışılıyor.
'CHP kapatılmalı,sırtındaki bagajları taşıyamıyoruz, partiyi kapatıp vakfa dönüştürelim. Yeni bir parti kuralım' diyenler şimdi parti yönetiminde, 'iktidara yürüyoruz!' diye kurultay toplayıp, yürüyorlar! Hedef iktidar mı yoksa daha önce söyledikleri mi bilmiyoruz. Bir açıklama yapmadılar.
Her açıklama ile Gül'ü CHP'lilerin zihnine yamayıp geleceği onun adı ile ilişkilendirerek, CHP üzerinden düzenlerini kurtarmaya çalışanların çabası sonuç verirse iki aşamalı bir gerçekle yüzleşeceğiz; Önce 'Benim iki büyük eserim var biri Cumhuriyet diğeri CHP' diyen Atatürk'ün iki eseri de tehlikede. CHP, Cumhuriyeti yıkmak için yapılan en kapsamlı, en temel saldırıların başındaki Gül'ü, koruyup kollayıcı siyasi bir figür olarak değerlendirdiğinden, bunu yaparak, kendi varlık sebebini de inkar etme gerçeği ile yüz yüze bulunmuyor mu?.
Cumhuriyeti yıkmak temel motivasyonu olan birisi onu koruması gereken partinin koruması altında. Bunu başarırlarsa, Türkiye’nin siyasal omurgasının kırılacağını biliyorlar. Biz de biliyoruz. Ancak IMF, Dünya Bankası gibi uluslarüstü kurumların temsilcilerine ne kadar koltuk, ne kadar dümen bahşedilirse edilsin, partinin anti emperyalist bilinç ile donanmış bünyesi bunu reddeder. Görecekler.
Tabii ki ülkemizde yaşanan mücadelenin temel dinamiğini bağımsızlık oluşturuyor. Bir yanda işçisi, köylüsü, emeklisi, memuru, küçük ve orta esnafı, büro çalışanları, sağlıkçılar, işsiz gençlerden oluşan milyonlar, diğer yanda ise ülkeye musallat olan bir grubun çıkardıkları yasalar ve bu yasaların uygulanması ile yüzlerce milyar dolar kazananlar. Din, Mezhep, etnik kök, kimlik tartışmaları aslında bu kavganın aparatı olarak kullanılıyor.
Bizim mecburiyetimiz ise vatandaşın anti emperyalist bilincinin körleşmesine ve ülkemize, vatandaşlarımıza karşı yapılan sistematik saldırılara nasıl karşı koyulacağına ilişkin en etkili yöntemleri bulmamız ve bu mücadelenin sürekliliğini sağlamamız. Sol’da yazan Prof. Dr. Oguz Oyan'ın ‘Dikta Rejimlerinin Kozası’ başlıklı yazısının sonunda aktardığı “Bu nedenlerle dikta rejimlerine karşı mücadele, onların kendi etraflarında ördükleri kozaların teşhiri ve ilmik ilmik sökülmesiyle başarılabilir. En azından mücadelenin en önemli bölümü budur. Bu nedenle de 'devri sabık' yaratmadan yani dikta rejimiyle halk ve yargı önünde hesaplaşmadan benzer yönelişlerin peydahlanmasını da önleyemezsiniz. Halk kitleleri, ne diktaların ne de onları deviren iktidarların tarihe karşı sorumluluktan kaçmalarına izin vermemelidir” sözleri geleceğe ilişkin değerli bir perspektif veriyor.
Kuşkusuzdur ki bizim yaşananları tanımlamak için klavyede cisimleştirmemiz gerekiyor. İşte başımıza örülen bu kozaların en önemli olanlarının başında ülkemizde uyguladıkları mülksüzleştirme yönetimi ile aktarılan kaynaklarla her dönem devlete yakın ve her dönem devletin yakın olduğu zenginler yaratılması usulünün ve kamu kaynaklarının ‘Yeniden metalaştırma’ sürecinin anlatılmasında büyük fayda olabilir.
Kamu kaynaklarının sermayeye transfer edilmesi (özelleştirme, ihalesiz ya da şartnamesi hileli satışlarla) için uygulamanın yasal altyapısını oluşturma ve bunu uluslararası bir güvenceye alma aşamalarından oluşuyor diyebiliriz. Bu uygulamanın en önemli ayağını 1990’lı yılların başından itibaren Dünya Bankası tarafından “ İyi yönetim” adı altında gündeme getirilen ‘Özerk’ ya da ‘Bağımsız’ kurulların oluşturulması gelir.
KİK, Merkez Bankası, BDDK, Telekomünikasyon Kurumu, EPDK, Şeker Kurumu, Tütün Kurumunu bunlar arasında sayabiliriz. Dünya Bankası, kredilendirme kriterlerinden biri haline getirdiği bu kavramın içeriğini, ekonomi alanına müdahale etmeyen “piyasa dostu!” devlet olarak tanımlıyor. Burada amaç küresel bir ekonomik anayasa yazılmasıydı elbette.
Tek bir küresel pazar yaratma ve sermaye akışkanlığını sağlama girişiminin etkilenmemesi için, gelişmekte olan ülkelerde ulusal egemenliğin geriletilmesi ve devletin düzenleyici işlevlerinin Dünya Bankası ve IMF (Uluslararası Para Fonu)’nin himayesinde gerçekleşecek bu yapılara devri anlamına gelen düzenlemeler, özerk kuruluşlar adı altında oluşturulmuştu.
Bu kurumların onlar için önemi, siyasal istikrarsızlık ya da sürekli yenilenen seçimler yoluyla el değiştirmeyip, belirlenen politikaları uygulayacak teknokrat kadrolarla yönetilen yapılar oldukları için, uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda politika üreten finans kuruluşlarının denetiminde olmaları.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun ısrarla bu kurumlara sahip çıkan açıklamalar yapması ayrıca açıklanmaya muhtaç değil mi? Bu kurullar ağırlıklı olarak yasama alanına ait yetkileri de kullandılar, belirli alanlarda kural koyma, uygulamayı denetleme, anlaşmazlıkları çözme faaliyetleri de yürüttükleri için aslında yasama, yürütme ve kısmen de olsa yargı gücünü kullanmaktalar.
Bu kurulların oluşumu ve yapısı gereği sermaye dışındaki kesimlerin, yani normal vatandaşın, kamu politikasını etkileme ve oluşturma kabiliyetinde ayrıca bir daralma yarattığı da açıktır. Bugün dünyanın birçok ülkesinde, başta Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere, bu kurumların varlığı ve yetkileri Anayasa Hukuku ve devletlerin egemenlik hakları bakımından son derece tartışmalıdır, zira seçilmemiş bir grup teknokratın kamu gücünü böyle kontrolsüzce ve seçmene hesap vermeden kullanabiliyor olması, herkesin övmeye bayıldığı şeffaf demokrasi ilkelerine ciddi manada gölge düşürmektedir. Hatta geçtiğimiz aylarda Almanya Anayasa Mahkemesi, Avrupa Merkez Bankası'nı yöneten bir grup teknokratın kafasına göre parasal genişleme yaparak Alman vatandaşlarının vergilerini kullanamayacağına ilişkin şok bir karar alarak piyasa-severlerin ağzını yarım karış kadar açık bırakmıştır.
Konuyu biraz daha detaylandıralım. Bugün burada örneklendireceğim bütün bu uygulamaların temelinde 17. Stand by dönemi (Şubat 2001 krizi sonrası, 3 Mayıs 2001 tarihli) niyet mektubunda verilen güvenceler vardır. Sonradan hepsi yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bu dönemde ipler Derviş’in elinde, hazineye getirdiği müsteşar ise Faik Öztrak’tır. Taahüdün en önemli bölümlerinden birisi devlet arazilerinin peşkeş çekilmesidir. Aynı tarihte verilen niyet mektubu ile yasalaştırılması vaat edilen ve sonrasında yasalaştırılan düzenlemelerden bugün en büyük acısını çektiğimiz tarım alanındaki düzenlemeleri sayabiliriz.
KİT’lerin tarife ve ücretlerinin arttırılması, tarımdaki destekleme fiyatlarının ve kotaların sınırlanması, destekleme fiyatının enflasyon oranı üzerinde arttırılmaması, hububat destekleme alımının azaltılması (sonradan destekleme alımı tamamen kaldırıldı), elektrik üretim ve dağıtım fiyatlarına zam, LPG’deki sübvansenin kaldırılması, KİT’lerin ürettiği mal ve hizmetlere zam yapılması, kamu harcamalarının sınırlandırılması, kamudaki personelin 2/3 oranında azaltılıp, KİT’lerdeki personelin emekli edilmesi ve yapılan uygulamalarla kar eden KİT'lerin arazi bedeli bile etmeyecek fiyatlarla özelleştirilerek elden çıkarılması ya da kapatılması.
İşte neoliberal saldırı dediğimiz politikaların ve uygulamaların sadece küçük bir bölümünün Türkçeleştirilmiş anlatımı bunlar. O zaman bizler tarım gibi stratejik bir sektörün alanen çökertilmesine karşı çıkarken 'Devlet patatesle mi uğraşırmış' diyerek bu yasaları çıkartanlar, şimdi patates ithal etmek zorunda kalan bu bir zamanların tarım ülkesinin iktidarına muhalefet etme iddiasındalar.
Bütün bu politikaların toplumda sosyal sorunlara yol açacağını da hesaplandığından, ”Toplum ile İletişim” adı altında 21 Nisan 2001 yılında çıkarılan “Ekonomik Sosyal Konseyin Kuruluşu Çalışma Esas ve Yöntemleri Hakkında Kanun” ile toplumun ekonomik anlamda en zayıf kesimlerini koruyan bir güvenlik ağını içeren (…) son krizin büyüme ve istihdam üzerindeki olumsuz etkisini en aza indirgenmesini” sağlayacağı bazı düzenlemeler de yapıldı.
Çiftçiye ekmemesi karşılığında para, geçinemeyecek olana doğrudan destek adı altında yapılan ödemeler bunlardan bazıları. Bu kanunun içindeki maddelerden bir tanesinin Türkçeleştirilmiş bir kısmı şöyle; ”...Kamu emeklilik sisteminin mali sürdürülebilirliğini muhafaza edecek reform...”
Bu şu demekti; Bugün emekli olanların eline geçen emeklilik maaşının düşük olmasını sağlayan ve çalışabildiği sürece prim ödeyen birisinin şimdi aylık 800 lira düzeyine düşen emekli aylığının bu seviyelere düşürülmesi bu kanunla sağlanmıştı. Sayın Kılıçdaroğlu, eski bir SSK Genel Müdürü olarak konuyu iyi bildiğinden bahisle sorunu eleştiriyor ve Emeklinin oyunu istiyor ama yasayı değiştirip emekliyi bu hale düşüren uygulamayı başlatanın ve halen CHP ekonomi politikasını yönlendiren Kemal Derviş olduğunu bilmiyor olamaz her halde?
Tekelin kapatılması, Çukobirlik’in tasfiyesi, Sümerbank’ın ortadan kaldırılması, burada çalışanların işten çıkarılması, emekli aylıklarının 3 kuruşa düşürülmesi aynı dönem uygulamalarının başında geliyor. Örneklerimi özellikle 2001 Mart ve Ağustos 2002 tarihleri arasında verilen niyet mektupları ve çıkarılan kanunlar ile bu kanunlara göre yapılan uygulamalardan verdim çünkü bu kanunların altında, daha sonra CHP’ye ekonomiden sorumlu Genel Başkan yapılan Kemal Derviş’in imzası var.
Bir numaralı teknokratı da şimdi CHP’de ekonomiden sorumlu Genel Başkan yardımcısı koltuğunda oturtulan Faik Öztrak! Tekrara düşmekten korkmadan ve bıkmadan usanmadan vurgulanması gereken tüm bu uygulamaları savunan, hatta Ak Parti’nin 2008 yılına kadar sürdürdüğü ve derinleştirdiği politikaları, öven, bunun uygulamacısı Ali Babacan’ı yere göğe sığdıramayan Selin Sayek Böke de yaratılan vahşi sistemin ürünü olan 5 şirketi kamulaştıracağız diyerek ortaya çıkıp sol arbitraj derdinde!
O şirketleri yaratan ve zenginleştiren yasaları çıkaran, uygulamayı yapan, parayı kazandıranların safında olup da kendini de solcu olarak yutturmak, bunu pazarlamak için de hiçbir karşılığı olmayan cümleler kurarak “kamulaştırmacı” kesilmek, düzen siyasetçisine has bir özellik olmalı.
Sayın Oyan hocamızın dediği gibi bu kozaları teşhir edip, halkın önünde ve partinin içinde hesaplaşmazsak, gelecekte Abdullah Gül’den de solcu yaratmaya çalışır bunlar alimallah! Belki yaylada maydanoz tohumundan filiz yeşertemedik ve hala kulaklarımızda müezzinin sesi hiç bitmeyecek gibi çınlıyor olsa da onları bu çabalarının doğanın kanununa aykırı olduğunu bir kez daha hatırlatarak uyaralım.
Sonuç olarak Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun, 'Şairim, ben şiiri zifiri karanlıkta olsa ayak sesinden tanırım, ama ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım’ dizelerindeki gibi, bu topraklar kimlerin solcu, anti emperyalist, halkçı, devrimci olup kimlerin halkı için ne fedakarlıklar yaptığını veya yapmadığını iyi biliyor.
Turgay Develi
- Dönem Adana Milletvekili.