Büyük İskender, bir gün hocası Aristo’ya dönüp sormuş: “Hocam, sizce adalet mi daha önemlidir yoksa kahramanlık mı?”
Aristo’nun cevabı kısa ama asırlık bir hakikati kazımış: “Adaletin olduğu yerde kahramanlığa gerek kalmaz.”
Bu söz, adaletin bir toplumun nefesi, omurgası, temel taşı olduğunu ifade etmiyor mu? Adalet varsa ne destansı kahramanlıklara ne de zulmün gölgesinde çaresizce beklemeye ihtiyaç kalır.
Mustafa Kemal Atatürk de “İstiklal, istikbal, hürriyet, her şey adaletle kaimdir” diyerek hukukun bir milletin varoluşsal dayanağı olduğunu açıkça ortaya koymuş.
Peki ya adalet yoksa? Adaletin terazisi şaşar, hak arayanların sesi kısılır, hukuk birilerinin elinde eğilip bükülürse ne olur?
İşte o zaman karanlığın ortasında birer meşale gibi parlayan kahramanlar sahneye çıkar: Cumhuriyetin bekçileri olan avukatlar, hâkimler ve savcılar.
Bugün bu kahramanlara her zamankinden daha çok muhtacız. Kalemini kılıç gibi kullanan avukatlara, vicdanını cübbesine ilikleyen hâkimlere, hakikatin tarafında duran savcılara…
Çünkü avukat yoksa savunma yoktur; savcı yoksa hakikat gölgelenir; hâkim yoksa adalet bir temenniden ibaret kalır.
Düşünün ki mahkeme salonunda avukat susturulur, savcı kör olur, hâkimin eli bağlanırsa o sessizlikte kim feryat eder? Artık o salonda adalet değil, zulüm yankılanır.
Bir toplumda bu sacayağı dağılır, birbirine düşerse o toplum nasıl ayakta durur? Onlar, sadece bir dava için değil, bir milletin vicdanı için savaşıyorlar.
Tarih bize şunu göstermiştir: Adalet, ancak onların hak ve hukuk için aynı ideale yürüdüklerinde var olabilir.
Unutmayalım; adalet bir gün herkese gereklidir. O gün geldiğinde bu kahramanlar yoksa geriye sadece gözyaşı, pişmanlık ve çürüme kalır.
Hâkim, tarafsızlığın temsilcisi olarak karar verir; savcı, kamu adına hukukun uygulanmasını talep eder; avukat ise savunmayı üstlenerek bireyin haklarını korur.
Teoride bu üç unsurun uyum içinde çalışması, adil bir yargılama sürecinin garantisidir.
Ancak az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde bunlar arasındaki ilişki sıklıkla sorunlu bir tablo çizer. Türkiye özelinde ise son yıllarda bu dinamikler, hem tarihsel hem de güncel gelişmeler ışığında dikkat çekici bir dönüşüm geçirmekte.
Mesela günümüzde hâkim ve savcıların , avukatları meslektaş olarak gör(e)meme eğilimi, adalet sisteminin işleyişinde önemli bir tartışma konusu. Bu durum, hem kurumsal hem de bireysel tutumlardan kaynaklanan bir mesele olarak değerlendirilebilir.
Öncelikle, hâkim ve savcıların avukatlara yönelik tavrının kökeninde Türkiye’deki yargı eğitim sistemi ve mesleki hiyerarşi anlayışı yatıyor. Hâkimler ve savcılar genellikle aynı eğitim sürecinden geçer, Adalet Bakanlığı bünyesinde bir kariyer yolu izler ve bu da onları devletin temsilcileri olarak konumlandırır. Avukatlar ise özel bir meslek grubu olarak bireylerin haklarını savunma görevini üstlenir ve barolar aracılığıyla örgütlenir.
Bu yapısal ayrım, zamanla bir statü farkı algısına dönüşmüş. Kimi zaman hâkim ve savcılar, kendilerini “yargının asli unsurları” olarak görürken, avukatları “dışarıdan gelen” bir taraf gibi algılamaya başlamış.
Oysa gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gerekse evrensel hukuk normları, savunmayı yargının ayrılmaz bir parçası olarak tanımlar. Türkiye’de ise bu normların pratikte yeterince içselleştiril(e)mediği söylenebilir. Öte yandan, olumlu gelişmeler de yok değil; umut taşımak mümkün.
Yargı sisteminde yaşanan siyasallaşma ve liyakat tartışmaları ise bu üçlü arasındaki güven bağını zayıflatıyor. Hâkim ve savcı atamalarında siyasi etkilerin artması, yargının tarafsızlığına gölge düşürüyor. Bu da avukatlarla olan meslektaşlık algısını zedeliyor.
Avukatların duruşmalarda söz haklarının kısıtlanması, delillere erişimde zorluk yaşaması, hatta bazen hâkimler tarafından küçümsenmesi gibi durumlar buna örnek olup, Baroların raporlarında da çok sayıda benzer şikâyet yer alıyor. Bir zamanlar meslektaşlık ruhuyla işleyen sistem, bugün daha hiyerarşik ve çatışmacı bir yapıya evrilmiş gibi görünüyor.
Peki, çözüm nedir? Öncelikle bir yargı reformuna ihtiyaç var.
Hâkim, savcı ve avukatların eğitim süreçlerinde ortak bir meslek bilinci oluşturulabilir; bu üçlünün birbirini tamamlayan unsurlar olduğu vurgulanabilir.
Ayrıca avukatların yargılama sürecindeki rolü güçlendirilmeli, duruşmalarda eşit söz hakkı tanınmalı ve baroların sistem içindeki etkisi artırılmalı.
Hakikaten, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, ancak bu sacayağının uyum içinde çalışmasıyla sağlanabilir. Aksi takdirde adalet terazisi şaşmaya devam eder.
Sonuç olarak, Türkiye’de hâkim, savcı ve avukat arasındaki ilişkide bir zamanlar var olan meslektaşlık ruhundan uzaklaşmış gibiyiz.. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde görülen yapısal sorunlar, Türkiye’de de kendini gösteriyor: Kurumsal hiyerarşi, siyasallaşma, altyapı eksiklikleri…
Adaletin tesisi için bu üç unsurun eşit derecede güçlü ve birbirine saygılı olması şart. Ancak bu şekilde Atatürk’ün işaret ettiği “adaletle kaim” bir istiklal, istikbal ve hürriyet mümkün olabilir.
Devlet, adaletle kurulur. Toprağı pay edebilir, makamı devredebilir, zenginliği bölüşebilirsiniz. Ama adaleti bir zümrenin tekeline verirseniz, halkın devlete inancı tükenir. Çünkü adalet, milletle devlet arasındaki en kırılgan köprüdür; kırıldığında geri dönüşü en zor olandır. Tarihin her döneminde adalet, bir medeniyetin temel ölçüsü olmuş. Aristo’nun dediği gibi: “Adaletin olduğu yerde kahramanlığa gerek kalmaz.” Bu söz, bir toplumun ne kadar sağlıklı işlediğini ölçmek için tek başına yeterli değil mi? Adalet varsa kimse hak aramak için kahramanlık yapmaya mecbur kalmaz. Hukuk varsa insanlar onurlu bir yaşam için savaşmak zorunda da kalmaz.
Bu yüzden avukatın, savcının ve hâkimin aynı idealle yürümesi, aradaki sacayağının kırılmaması gerekir. Kopukluk barizse görevimiz şikâyet etmek değil, o bağı yeniden kurmaktır. Adalet bir gün herkese lazım. O gün geldiğinde ne savunma, ne hakikat, ne de vicdan kalmamışsa geriye sadece sessizlik, gözyaşı ve geç kalmış bir pişmanlık kalır. Adalet, yalnızca hukukçuların değil, tüm insanlığın meselesidir. Olmadığı yerde savunma ölür, hakikat gölgelenir, vicdan susar. Ve bu sessizlik büyür; önce umudu boğar, sonra toplumu çürütür.
Tarih ders verir, dinlersen… Büyük Prusya Kralı, köylünün arsasını zorla almak ister. Köylü direnince kral, “Ben kralım!” der. Köylünün ağzından çıkan “Ama Berlin’de hâkimler var!” sözü, bir hukuk devletinin gücünü, yargının bağımsızlığını ve sıradan bir vatandaşın bile adalete güvenini temsil eden en sade, en onurlu cümle değil midir? Bir köylünün bir krala karşı dimdik duruşu… Demek ki o ülkede bağımsız hâkimler varmış. Ya yoksa? O zaman o topraklarda sadece korku büyür, karanlık derinleşir.
Unutmayalım: Hukuk, sadece mahkemede değil, yaşamın her alanında nefes almaktır. Çocuklar okula güvenle gidebilmeli, gazeteci özgürce yazabilmeli, yurttaş adil yargılanabilmeli. Aksi halde hep birlikte o büyük sessizliğe gömülürüz. Ve bir gün o mahkemenin kapısı bize de açıldığında… Evet, doğru düşünüyorsunuz: Avukat yoksa savunma ölür, savcı yoksa hakikat gölgelenir, hâkim yoksa vicdan susar. Adaletin olmadığı bir hakikat karşısında evde huzur, sokakta güven de olmaz.
Bu çöküş, önce adalete olan güveni, sonra toplumsal dokuyu, en sonunda devleti yerle bir eder. Toplum bu çöküş karşısında önce susar, sonra korkar ve en sonunda alışır. Alışmak ise en büyük felakettir. Adaletsizliğe alışan bir toplum, biata da razı olur. Cehaletle birleşen bu adaletsizlik, sadece bireyin değil, nesillerin körleşmesine yol açar.
Oysa hukuk, toplumun ortak aklı değil miydi?
Bu akıl sustuğunda bireysel çıkarlar hukukun yerini alır. Artık kimin sesi çok çıkarsa o haklı sayılır, kimin gücü fazlaysa o doğruyu belirler.
Ve işte o an, hukuk değil korku, adalet değil çıkar, vicdan değil menfaat hüküm sürer. O toplumda ne öğretmen öğretebilir, ne gazeteci yazabilir, ne de çocuk özgürce düş kurabilir.
Adalet yıkıldığında, insanın içindeki güven duygusu da yıkılır.
Bu yüzden kahramanlar mecburiyetten doğar: Hâkimlerimiz, Cumhuriyet savcılarımız ve avukatlarımız…
Görevimiz, sadece mevcut olanı savunmak değil, hukuku yeniden inşa edebilmektir.
Büyük insan ne diyordu: “İstiklâl, istikbal, hürriyet; ancak adaletle kaimdir.” Mustafa Kemal Atatürk.
Suat Umutlu
08 Nisan 2025, Çivril