Önce şunda anlaşalım; asgari ücret, emeğin en alt karşılığıdır. Çalışanın yaşamını insanca sürdürebilmesi için belirlenir. Aldığı aylıkla geçinebilecektir, doyabilecektir, gereksinimlerini karşılayabilecektir, çocuklarını sevindirebilecektir, kış soğuğunda ısınmasını sağlayabilecektir… Bu nedenle hesaplama yapılırken geçim düzeyi, üretim gücü, piyasa koşulları dikkate alınmalıdır. Ücret, insan onurunu koruyacak biçimde tasarlanmalı, alın terini küçültmeyecek ölçüde yükseltilmelidir…
Çünkü hakça yapılacak olan bir düzenleme, toplumda güven duygusuna da katkı yapar. Çalışan emeğinin karşılığını aldığında salt “emekçiler” doymakla kalmaz üretim de artar, toplumsal erinci olduğunca gönenci de artırır. Asgari ücreti “emeğin karşılığı” olarak düşünmekle birlikte, sokaktaki şiddeti, evlerdeki anlaşmazlığı, piyasadaki gerilimi, açlığı/ doymamayı/ yaşamamayı/ yetmemeyi/ sevmemeyi azaltıcı çözüm yollarından biri olarak düşünmeli…
***
Her yıl sonunda toplanan asgari ücret saptama kurulu, emekçiyi biraz daha darboğaza sürükleyecek kararlar alıyor! Her alınan kararda patronun daha çok kazanması, çalışanın edinimlerinin azalmasına neden oluyor! Şunu düşünen oldu mu gerçekten; “iktidarın” durduk yerde “bir çalışanı da emekliyi de enflasyon altında ezdirmedik” dediğinde, “öyle ya, gerçekten ezilmedi, üstelik geçen yıldan daha da iyi olanaklar sağlandı” diyebilen…
“İktidar” milletvekilleri de ülkenin ekonomik koşullarını, bütçenin nerelere harcandığını, açıklanan asgari ücretin emekçiye yetmeyeceğini, çocuklarını gerektiğince sevindiremeyeceğini biliyor olmalılar ki; sokakta pek görünmüyorlar, “halka kapalı” salonlarda buluşmaları/ kentin “koltuk seven” sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelmeyi yeğliyorlar! Pazarda insanlara ne diyecekler, karanlıkta okula öğrenci götüren anne/ babaya ne diyecekler, geçim zorluğu yaşayan emekliye ne diyecekler ki? Kendilerince halktan kaçmakla haklılar da; yurttaş aç, ne olacak peki?
***
2026 için çalışanların yirmisekizbinyetmişbeş lira geçineceğini söyleyen, “iyi olacağı” düşüncesinde olanlar da var! Bakan Vedat Işıkhan, yaptığı açıklamada öyle çok özveride bulunduklarından söz etti ki… Meğer, bakanlık olarak çalışma yaşamına katkı sağlamak için tüm kanalları işletmişler, işçi ile işveren arasında “hakemlik” ödevini yerine getirirken “temsilcilerin” görüşlerini almışlar, ona göre de bir tavır ortaya koymuşlar!
Bakan Işıkhan açıklamasında, büyüme sürdükçe bundan en büyük yararı yurttaşların göreceğini de belirtiyor! “Türkiye büyüyor, kişi başı gelir artıyor” diyen başkaları mıydı; anlamadım doğrusu… Türkiye büyüyor, ancak emekçinin alım gücü düşüyor; anlayabilen var mı? Bir de şu ekleniyor doğal olarak; asgari ücret oluşturulurken asıl amacın çarşıda/ pazarda/ marketlerdeki etiketler olduğu, yurttaşların alım gücünün/ yaşamının iyileşmesinin amaçlandığı ileri sürülüyor! Emekçilere sesleniyorum; gerçekten iyi misiniz, yılın başında yirmiikibin lirayla kaç tane yemeklik yağ alabiliyordunuz, bu yılın başında yirmisekizbinyetmişbeş lirayla kaç tane alacaksınız; iyi bakın!
***
Asgari ücretin rakamı açıklanıyor, pazardan/ marketten alınan ürün sayısı azalıyor. Çalışan, aldığı aylıkla yalnızca karnını doyurmaya uğraşıyor; kültüre, eğitime, geleceğe ayıracak gücü kalmıyor… Sonra da devletin sözcülerinden 2026 için yüzde yirminin altında bir enflasyon öngörülmesine karşın asgari ücrette yüzde yirmiyedi artışın çalışanlar için “hayırlı” olacağı söyleniyor. Kalıcı toplumsal gönencin artırılması, enflasyonun düşürülmesi, verimliliğin yükseltilmesi için politikaların kararlılıkla sürdürüleceğini belirtiliyor…
Bakan, “temsilcilerle” görüştüklerini belirtmişti oysa… Türk-İş başkanı Ergün Atalay, bu yıl katılmadığı toplantı için, “adil” olmadığını belirtirken, “2000’den bugüne kadar 30. toplantı oluyor, 29 kere katılmışız üç kere ‘evet’ demişiz” sözlerine yer veriyor! Demek ki bu ne bu yıla, ne de geçtiğimiz yıla özgü bir sonuç değil; yıllar süren bir “emek” karşıtlığı, işveren yanındalığı…
***
Anlaşılıyor ki masadaki pazarlık, emekçinin alım gücünü artırmak için değil, anaparadarın çarkını döndürmek için… Bunu da gizlemeden “işvereni de düşünmek zorundayız” dediklerin herkes duydu da, “çalışanlar da gereksinmelerini karşılamak zorunda” diyenleri duymadık nedense! Yıllardır süregelen bu tiyatroda roller hiç değişmiyor; bir yanda "özveri" bekleyen toklar, öte yanda temel gereksinimlerini bile karşılayamayan emekçiler... Türk-İş Başkanı’nın sözleri, sistemin işleyişini açıkça gözler önüne seriyor.
Neden gönenç azınlığın tekelinde, geniş halk kitlelerine neden yoksulluk ile umutsuzlukla karşı karşıya? Emekçinin alın terini korumayan, üreticinin varlığını hiçe sayan kararlar değil mi bunlar? Haydi, koyun cebinize iki ay sonra yirmi sekiz bin yetmiş beş lirayı, bugünden o güne değin gelecek “zamları” da düşünün; nasıl yaşıyorsanız görelim, önden gidiniz!