Neler yaşıyoruz böyle? Sabahlar daha karanlık, geceler daha bilinmeze sürükleniyor gün geçtikçe! Neye başkaldırır ki insan, ya da neye boyun eğmek zorunda bırakılır? Daha günler soğuk; geceler bir o denli titretirken yürekleri, alanlar neden dolu böyle, sokaklar neden hırçın? Yaş sınırı da bir başka; her yaştan kalabalık… Yaşı doksanında demeyin, ya da daha ilkokul çağında “ne bilir” sınırına koymayın! Sevmediği, yaşamında olmasını istemediği, sevincini bozan bir şeyler olmalı…
Oysa insanların ne güzel “bizim” dedikleri var. “Bizim” diyerek sarıldığı yurdu var… Nazım aslında en içtenini söylemiş, “dörtnala gelip uzak asya'dan/ akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket, bizim- bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/ ve ipek bir halıya benzeyen toprak/ bu cehennem, bu cennet bizim” demiş dizelerinde… Evet, bizim; bizim de neden her şey yalan?
***
Kaç gündür böyle? Güzel olanları tümden unuttuk mu ne? Sanki hiç sevmemiş gibi, gülmemiş gibi, sarılmamış gibi olduk böyle? Haydi söyleyin; neyimiz iyi? Gülüşümüz mü, duruşumuz mu, anlayışımız mı, gelecek düşüncemiz mi? Ekmekler küçüldü, şu üç/ beş günlük sürede unutmayın; daha küçüleceği günler var ileride! Birileri daha da doyacak! Biraz daha geçen gün gördüklerinden/ dokunduklarından/ sevdiklerinden uzaklaşmaya açık günler… Ne tüketiyorsa daha da azını sağlayabilecek!
Kim için, kimi korumak için, neyin bedeli bunca yaşananlar? “Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” giyerek sevebilirdik! Yeter ki günlerin üzerine kara bulutlar örtülmeseydi, yeter ki duygudaşlık sağlanabilseydi, yeter ki “hakların” çiğnenmesine izin verilmeseydi… Bir gülmeyi bilebilseydik!
***
“Düşündüğünü” söyleyememeyi hiç sevmedim! Beni kimse sevmeye zorunlu olmadığı gibi, benden de kimse “kendini” sevmek gibi bir duygu içinde olmamı beklememeli! Buna karşın sevmediklerimin de, sevdiklerim kadar yaşama/ doyma haklarının olduğunun da savsaklanmasını doğru bulmam! İnsan dünyaya gelmişse “önce” doymalı… “Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” olduğu için; birbirimizi anlayarak da yaşayabiliriz! “İlle de yanımda olacaksın, ille de benim gibi düşüneceksin, ille de doğrularımı doğru sayacaksın” tutumu “baskı” anlamına gelebileceği gibi, “nefreti” de birlikteliğinde getirir! Bunu nasıl isteyebilirim ki, ya da bunu benden kimin isteme hakkı olmalı?
Yaşam bir kavga, ancak “onurlu” bir kavga… İnsan “doğrularının” ardında koştukça kavgası da ışkın yayar dört bir yana. “Doğrularıyla” geleceği aydınlattıkça da kalıcılaşır, unutulmazlaşır! Doğruların doğrularıma uymamış olsa bile, “doğrularına” inanmış olman bana yeter; yeter ki başka “doğruların” önüne duvar olma, özgürce konuşulabilmesini sağla!
***
Sokrates, baldıran zehriyle öldürülmeden önce karısı yanına gelir, “ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler” diye ağlar. Sokrates, karısının yüzünü avuçlarına alır, “evet, haklısın haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürselerdi daha mı iyiydi sence” diye sorar. Sokrates’in bu sözü İkibinbeşyüz yıldır konuşulur; peki, onu “gençliği” zehirlemekle suçlayıp baldıranla ölüme götürenlerden bugün adı bilinen, konuşulan, adına “bilgi şöleni” düzenlenen var mı? Bulamazsınız, aradığınızda birkaç isim bulmuş olsanız bile, “sürekliliği” olmayacağından unutursunuz!
Yaşam böyle bir şey işte! “Doğrularına” sahip çıkmak kadar, “doğruların” yaşanılan tarihsel süreci aşması da gerekir! İçinde bilginin, içinde sevginin, içinde duygudaşlığın da olması gerekiyor! “Bir ben” denerek olmuyor başta, “bir ben” denerek/ yaşamın ayrıntılarına tutu koyarak da olmuyor! Çünkü o zaman insan doyamıyor, o zaman yaşayamıyor! Bellekte kötü izler bırakan “süreçler” kalıyor! Unutmayalım, “bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim”