Giriş
Her tarihsel çağın gerçekleştirmeyi amaçladığı ideler, yani düşünceler vardır.
Örneğin orta çağın idesi insanlığı dinsel bir çatı altında, evrensel bir devlet halinde birleştirmektir. Yeniçağın ideleri ise, “özgürlük” ve “eşitlik” olmuştur.
Peki devlet nedir?
Devlet; Belli bir biçimde örgütlenmiş insan topluluğu ya da bu insan topluluğunun yönetim örgütüdür.
Devlet üç ögeden oluşur: Ülke, insan topluluğu ve siyasal iktidar.
Ülke, devlet iktidarının kullanım alanının sınırlarını belirleyen coğrafi toprak parçasıdır.
Siyasal iktidar, ülkede yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri düzenleme gücü ya da yetkisidir.
Sonuç olarak devlet, belli bir ülke üzerinde yerleşmiş, zorlayıcı bir yaptırım gücüne ve yetkisine sahip bir iktidarca yönetilen bir insan topluluğunun oluşturduğu siyasal kuruluştur.
Totaliter (bütüncü) yönetim biçimleri devleti toplumla özdeşleştirir ve toplumun iyiliği için bireyi ve bireyin haklarını yok sayar. Eskiçağ ve ortaçağ devletlerinde gücünü Tanrıdan alan yöneticiler, tüm insanlık için tanrısal adaleti gerçekleştirmeyi amaçlayarak iktidarlarını bu yolla meşrulaştırmayı istemişlerdir.
Hristiyanlık adına yapılan haçlı seferleri, İslamiyet adına yapılan gazalar bu amacın gerçekleştirilmesine yöneliktir.
Eskiçağ ve ortaçağda kurulan devletlerde birey ise yalnızca bir uyruktur. Osmanlıda halk reaya, yani köledir. Padişahlar, Tanrı’nın yetkisini kullanarak kendi uyruğuna “kullarım” diye hitab eder.
Ne var ki, birey ve bireyin hakları toplum ve devlet adına feda edilemez. Onun da kendi adına hakları vardır ve bu haklar, ödevleri de beraberinde getirir. Devlet, bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak zorundadır. Birey de buna karşılık vergi vererek, askerlik yaparak, trafik kurallarına uyarak ödevlerini yerine getirir.
Devlet Aygıtının Düşünsel Gelişim Seyri
Eskiçağ (MÖ 500-MS 500)
Platona göre; devleti kurduran doğal bir neden vardır. Hiçbir insan kendine yetmez, gereksinimlerini gidermek için başkalarının yardımını ister. Devletin görevi, insanlara mutluluk sağlayacak şekilde topluluk yaşamını ahlâk ilkelerine göre düzenlemektir.
Aristoteles göre, insan ahlâksal olgunluğa ancak devlette, toplumda erişebilir.
Ortaçağ (MS 500-1500)
Augustinus, tanrı devletinin, gelecekteki tanrı ülkesinin bütün yurttaşlarından kurulacağını söyler. Bu düşünceyi benimseyen Ortaçağ Hristiyan Kilisesi, kendisini Tanrı devletinin yeryüzündeki temsilcisi saymıştır.
Rönesanas’la birlikte bu dinsel anlayışın yerini, artık “öbür dünya” ya değil, “bu dünya”ya bağlı olmak isteyen anlayış alır. Bu çağda bilim, sanat, din, devlet özerk bir kurum olarak ortaya çıkarlar. Böylece Ortaçağ devletlerinin evrenselci yapısı yıkılıp yerini ulusal devletlerin çokluğu alır bu felsefe günümüze dek ulaşan devlet ve toplum anlayışının temelini oluşturur.
Machiavelli, güce dayanan ulusal devlet ülküsünü sergiler. Devlet, bütün gücünü bir ulusa dayanmaktan almalı, kiliseye bağlı olmaktan kurtulmalıdır. Tek amaç, devleti yaşatmak ve gücünü artırmak olmalıdır.
Bunun için her yol meşrudur. Din, ahlâk ve hukuk devlete bağlıdır. Devleti yaşatmak için bunlar bir araç olarak kullanılabilir. Devlet, Tanrı’nın planını yürütecek bir kurum olmaktan çıkarak insanın doğal gereksinimlerinin bir ürünü olmalıdır.
More’a göre, ahlâk düşkünlüğünden kurtulmanın tek yolu, özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Özel mülkiyetin olduğu yerde toplumsal adalet gerçekleşemez. Bütünün mutluluğu için eşitlik ilkesi gerekir. Oysa özel mülkiyet varsa eşitlik ilkesi uygulanamaz.
Yeniçağ
Hobbes’e göre, insan doğası gereği kendi varlığını koruyup sürdürmeye çalışır, doğa nimetlerinden olabildiğince çok yaralanmak ister. Bu nedenle herkes, herkesin düşmanı olur ve herkes herkesle savaşır. Yani, insan, insanın kurdudur.
Aynı durum, insanın varlığını sürdürme isteğine aykırı ve tehlikeli olduğundan, herkesin güvenliğini sağlayan bir düzen arar. Dünya nimetlerinden yararlanırken zora başvurmamak için birbirine söz verir. Zora başvurma yetkisini ve gücünü boyun eğecekleri bir güce, yani devlete devretmek üzere anlaşırlar.
İşte bu sözleşme ile devlet kurulmuş, “doğa durumu”ndan “yurttaşlık durumu”na geçilmiş olur. Devletin gücü mutlaktır. Kişilerin çatışma ve savaşını önlemek için güçlü olmak zorundadır.
Rousseau’ya göre ilk insan, doğa durumundan toplumların kuruluşuna dek tam bir eşitlik içinde, mutlu mesut yaşarken, tarımın başlaması ve mülkiyetin ortaya çıkmasıyla bu özgür yaşam sona erdi.
Bu süreç insanları sözleşme yapmaya zorladı. Sözleşme ile eşitsizlik iyice pekişti, özgürlük tamamen ortadan kalktı. Devletler arasında savaş başladı. Çünkü eşitsizlik doğal hukuka aykırıydı.
Eşitsizlik, kültürün değiştirilemez bir olgusu haline gelmiştir. Bunu düzeltmenin tek yolu, her türlü sınıf ve zümre ayrılığını ortadan kaldırıp mutlak bir hak eşitliği sağlamaktır.
Locke, doğanın insanları aynı türden yarattığını, aralarında yöneten ve yönetilenler diye bir ayrım yapmadığını savunur. Devlet, sözleşme ile herkesin doğal can ve mal güvenliğini korumak için kurulmuştur.
Devlet için en büyük tehlike zorbalıktır, despotizmdir. Bunun kaynağında ise, yasama ve yürütme görevinin tek elde toplanması yatar. Bir hukuk devletinin en sağlam temeli güçler ayrılığıdır.
Mill’e göre özgürlük, yalnızca yetenekleri gelişmiş insanlara uygundur. Toplumun geri kalanında söz konusu olamaz.
Eskiçağ ve Ortaçağda Yaşanan Süreç
Eskiçağ ve ortaçağda kurulan devletler bir çeşit Tanrısal devletlerdi. Yukarıda Tanrı, yeryüzünde ise yaptığı her eylem Tanrıya maledilen, onun adına hareket ettiği ve davrandığı iddia edilen Tanrının temsilcisi krallar, padişahlar, sultanlar vardı.
Mezepotamya’da kurulan Sümer, Asur, Akad, Babil krallıkları, Mısırda kurulan firavun devletlerinin yaşaması için Gök Tanrısı Enlil ve yer tanrısının önderliğinde diğer yeryüzü tanrıları kullanılıyordu.
Arabistan’da ortaya çıkan Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet dinleri, bu türden Tanrısal devletlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için temel payandalardı.
Avrupa’da krallar ve Osmanlı padişahları ulaşılamaz, ilahi güçleri olan yöneticilerdi. Japon imparatorları ikinci dünya savaşında atom bombasını yiyene kadar güneşin oğluydu ve halka gözükmezlerdi.
Vatikan’daki kilise, tam bin yıl Avrupa’nın başında boza pişirmiş, kendisine aykırı gelen her düşünceyi boğmuş, bu düşünceyi savunanları aforoz etmiş ve diri diri yakmıştı. Krallara taç giydiriyor, onlara tanrı adına yönetim yetkisi veriyordu.
Ortadoğu’daki islam halifeleri, yeryüzünde tanrı adına güç kullanıyorlar, gönüllü ya da gönülsüz, Selçuklu hakanları adına camilerde hutbe okutuyorlardı.
Selçuklu Hakanı Melikşah, kendisine kızını vermek istemeyen Abbasi Halifesini, ölümle tehdit ederek damat olmuştu. Çünkü hakanın, halifenin o tanrısal gücüne ihtiyacı vardı.
Altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğunu yöneten hiçbir padişah, üstelik Yavuz Selimle birlikte halifelik yetkisini de kullandıkları halde Mekke ve Medine’nin yolunu bilmezdi. Umurunda da değildi, çünkü güçlüydü. Onlar için şeriat, bir manipülasyon aracıydı.
Fatih İstanbul’u fethettiğinde hocası Ak Şemsettin, bu fethi meleklerin yaptığını söyleyince hocasına döner ve der ki: “Hocam, İstanbul’u melekler değil, benim aha şu gördüğün kılıcım fethetti.”
Osmanlı şeyhülislamları hep gücün yanında taraf tutmuşlardır. Padişahlar güçlü iken onların istediği her fetvayı “islama uygundur” diyerek düzenlemişler, tahttan zorla indirilen padişahlar içinde aynı şekilde “islama uygundur” fetvası vermişlerdi.
Yüz yıllık Cumhuriyet döneminde diyanet farklı mı davrandı? Hayır. Hiçbir hükümete karşı kırmızı çizgisi olmadı. Hükümetler ne istediğiyse yaptı. Bugün de aynen devam ediyor. Karşılığında ise çok büyük maddi kaynakları kullanmak, ehh, şahsi olarak ta zırhlı arabalar, Londra’da evler, vb.
Suudi Arabistan’a bakın. O, ağzından bir sözcükle dünyayı ateşe verecek dini gücü elinde bulunduran ulema, Suudi prensleri elinde kukla ve oyuncak. Onların her istediği karar için “islama uygunluk” fetvası veriyor.
Çünkü kurumsallaşmış her din, siyasetle entegre olur, onun emrine ve dümen suyuna girer. Artık siyasetin bir aracı ve maşasıdır. Aksi halde yaşayamaz.
Sonuç olarak;
Eskiçağ ve ortaçağda, kendi kendine yetemeyen, gereksinimlerini gidermek için başkalarının yardımını isteyen, herkesin güvenliğini sağlayan bir düzen arayan, dünya nimetlerinden yararlanırken zora başvurmaktan vazgeçmek için birbirine söz veren insanoğlu, zora başvurma yetkisini ve gücünü boyun eğecekleri bir güce, yani devlete devrederler.
Ancak o devletler o kadar güçlenir ki insanları esir alıp boyunlarına boyunduruk takarak tarlada çift sürdürürler. Bu dünyadan umudunu kesen insanlar isyan etmesin diye de onları cehennem azabı ile korkutur, cennet hayaliyle avuturlar.
Sümerlerden başlayıp, beş bin yıldır günümüze kadar gelen bütün dinler, adeta birbirinin kopyası ve devamıdır. Hepsi de aynı temayı işlerler:
İnsanlar kurulan düzene itiraz ederlerse cehennemde kurulan kazanlarda yanacaklardır. Düzene uyumlu davranırlarsa hayal bile edemeyecekleri köşklerde, bir eli şarap kadehinde diğer eli hurilerin göğüslerinde muhteşem bir yaşam süreceklerdir.
“Tanrısal devlet” projesi yüzyıllarca insanlığı perişan etti. Hristiyan dünyası gerek kendi içinde mezhep savaşları ile kendi dışında din savaşları, yani islam dünyasına yaptıkları haçlı seferleriyle telef etti insanlığı.
İslam dünyasında da benzeri gelişmeler yaşandı. Arapların talan geleneği islamiyete uyarlanıp gaza anlayışı getirildi. Ele geçirdikleri topraklarda yaşayan halka üç şey dayattılar:
Kendisinden olmayanın malı mülkü ırzı namusu helaldi.
Bu gelenek yüzünden islam devleti dünyada en hızlı büyüyen devlet oldu. Fethedilen her kente bir Arap yönetici atanınca savaşacak kimse kalmadı ve bu yöneticiler keyfe sefaya daldılar.
Sonra bırakılan boşluğu Türkler ve Moğollar doldurdu. Osmanlıların yeniçeri ordusu, fethedilen yerlerden esir alınan insanların beşte biri (penci yek) devlete vergi diye el konularak, o esirler müslüman yapılarak oluşturuldu.
Eskiçağ ve Ortaçağda, Avrupa krallıkları ve Osmanlının büyümesi ve küçülmesi insanlık için kan ve gözyaşı demekti.
Yeniçağda Yaşananlar
Bu düşünsel tartışmalar sonucunda 1800 lü yıllara gelindiğinde; yönetenler insanlığı zaptı rapt altına alabilmek için boş durmuyordu. Din yetmedi, yanında bir de ulusçuluk ya da milliyetçilik kavramı dayatıldı.
“Bırakınız ezsinler, bırakınız geçsinler” diyen kapitalizm, 1917 de, işçi sınıfının Rusya’da erki ele geçirdiği sosyalizm, 1930 lu yıllarda palazlanıp dünyayı kana bulayan Nasyonel Sosyalizm ye da faşizm gelişmiştir.
Ancak, sosyalizm ve nasyonel sosyalizmin yıkılması ile mutlak gücü eline geçiren kapitalizm oldu.
Demokratiklik kisvesi ile yapılan, halkın iradesini yansıtması beklenen seçimler, kendi içine kapalı seçkinlerin egemenliği için vitrin süsü olarak kaldı.
Ulusçuluk ve devamındaki ulus devlet süreci, iki büyük dünya savaşı (aslında kapitalist devletlerin Pazar savaşı) ile insanlığa acı ve ızdıraptan başka bir şey getirmedi. Bilanço: 100 milyon inan öldü, bir o kadarı sakat, kayıp. vb.
Devleti Prangalamak
Devletle yaşamak güç bir iştir. Çünkü devlet, zaman içinde daha güçlü olmak gibi doğal bir eğilime sahiptir.
Devletin kendisi bir özne değildir. O aslında bürokratlar, yöneticiler, siyasetçiler, onu kontrol eden liderler gibi siyasi seçkinlere ve bazen de onun üzerinde orantısız etkisi olan iktisadi seçkinleri kapsar.
Bürokratlar, kendi güç ve yetkilerinin artmasını, siyasetçiler ise kendilerinin daha yetkin ve nüfuzlu olmasını neden istemesinler ki?
Devletin kapasitesi arttıkça denetim altında tutulması da o derece zorlaşır. Bu nedenle sıradan insanlar, örgütler ve toplum, devleti denetim altında tutabilmek için daha da güçlenmelidir.
Devlete bir kez pranga takılınca, toplum yularını uzun tutabilir ve erişim alanını artırmasına izin verebilir. Böylece devlet kapasitesini yurttaşların istedikleri ve ihtiyaç duydukları şeyler için kullanabilir.
Devlete daha fazla güç kazanması için güvenip, aynı zamanda üzerindeki denetiminizi de artırırsanız hem devlet hem de toplum daha da güçlenir ve dengeli bir şekilde büyürler.
Böylece birbirleri üzerinde hâkimiyet kuramazlar. Fakat bu hiç de kolay bir iş değildir.
Peki bu nasıl olacak?
Yasama erki, adı üstünde anayasa çerçevesinde, mal mülk değil insan odaklı, toplumsal çıkarları gözeterek yasaları, yani kanunları yapar.
Yürütme erki, bu yasalara uygun olarak ülkeyi yönetir. Kendi keyfi çıkarları için yasalara uymamazlık edemez.
Yargı erki ise her ikisini de yasalar bağlamında denetler. O ülkede hukukun üstünlüğünü sağlamaya çalışır. Çünkü hukukun olmadığı bir ülkede adalet yoktur. Adaletin olmadığı bir ülkede ise yaşanmaz.
Güçler ayrılığı ya da fren denge sistemi ile kastedilen, bu üç kurumun birbirinden bağımsız olmasıdır.
Bu üç kurumu dolaylı ya da dolaysız tek adamın elinde toplarsanız eğer, o kişinin iyilik tanrısının yanında olmasını ummaktan, dilemekten başka umarınız kalmamıştır. Yani kendinizi ve koca bir ülkeyi tıpkı bizde olduğu gibi, o kişinin insafına terketmiş olursunuz.
Avrupa ve Amerika yasama, yürütme, yargıyı birbirinden bağımsız hale getirip fren denge sistemi ya da güçler dengesi dedikleri sistemi kendi içlerinde geliştirip uyguladılar. Ancak dünyanın diğer ülkelerinde ikiyüzlü bir siyaset izleyip çıkarları doğrultusunda despotik, otokrat yönetimlerle işbirliği yapıyorlar.
İslam dünyası ise kör ve karanlık kuyuların en dibinde yaşam savaşı veriyor. Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Afganistan, İran, vb. ülkeler şeriatla yönetiliyor.
On bin nüfuslu küçük bir kasaba için bile yetersiz olan 7. yüzyılın şeriat kuralları, 21. yüzyılda ortadoğu coğrafyasına dayatılıyor.
26 Ekim 2022
Mahmut TEBERİK
Kaynaklar:
1. Kısaca Felsefe. Kurtuluş DİNÇER
2. Dar Koridor. Daron ACEMOĞLU