DIŞ’IN DÜŞ'Ü, İÇ'İN GÜCÜ

“Bir milleti tutsak etmek istersen, önce onun zihnini esir al.” diyor, Edward Bernays(1).

“Bir milleti tutsak etmek istersen, önce onun zihnini esir al.” diyor, Edward Bernays(1).

*

Pusula Gazetesinden bir alıntı(2);

"Psikolojik harp, manipülasyon ve içeride kaos rakiplerimizin, düşmanlarımızın işine geliyor. İçeride sorunlar yumağına dönüşen bir ülkenin başını kaldırıp dışarıya bakması imkansız olacaktır. Her veri psikolojik harp unsuru olarak kullanılıyor. İçeride aparatlar buna çanak tutuyor. 

Zihnimiz hangi evhamları bize doğruymuş gibi sunsa da Türkiye zannımızın ötesinde direnç ve kabiliyetlere sahiptir.

Türkiye için en ciddi sorun kendi içinde yaşadığı buhran ve çıkmazlardır. Ve Türkiye'nin rakiplerinin ağzını sulandıran da ülkenin ayağının tökezlemesi, ülkeyi ayakta tutan halk ve devlet arasındaki bağın zayıflamasıdır.

Türkiye iç huzurunu koruduğu sürece dışa karşı dirençlidir, bu var oldukça da Türkiye üzerine kurulan evhamlar yersizdir.Enseyi karartmaya gerek yok. Hele de dış hadiseleri yanlış yorumlayıp Türkiye'yi zihinlerde mağlup ilan etmek gereksiz. Bütün eksikliklerine rağmen Türkiye kurumlarıyla ayaktadır. 

Biraz sabır gerekli. On yıllara dayanan sorunlar kolayca çözülmüyor.

Evet, Türkiye bir süper güç değil ama zihinlerde ona biçilen kefeni de yırtıp parçalayacak güçtedir. "

*

Değerli Okurlar,

 

Yüzyıllardır bu topraklarda bir milletin sadece coğrafyasını değil, zihnini işgal etmenin yolları arandı. Savaş meydanlarında dize getirilemeyen bir halkın, aklı ve inancı hedef alındı. Bugün de benzer bir senaryo, yeni çağın diliyle sahnede: algı yönetimi, psikolojik harp, dijital kuşatma... 

Türkiye’ye dışarıdan kefen biçmeye çalışanların artık bir toprağı işgal etmeye değil, milletin zihnine korku tohumları ekmeye odaklandığını görüyoruz.

Zira biliyorlar: Düşüncesi felç olmuş bir halkı yenmek için artık cephe kurmaya gerek yoktur.

Sosyal medya üzerinden yayılan içerikler, haber diye sunulan manipülasyonlar, Türkiye’yi zayıf, çaresiz, bölünmeye mahkûm bir ülke gibi resmediyor. Bir bakıyorsunuz, bir drone fotoğrafı üzerinden “ordu çöktü” mesajı veriliyor; bir diğerinde ise halay çeken birkaç kişinin görüntüsüyle iç savaş senaryosu pompalanıyor. Bunlar masum içerikler değil; bilinçli olarak oluşturulmuş zihinsel sabotajlardır.

“Türkiye zaten yıkılacak”, “bizden bir şey olmaz” fikri, bir milletin önüne serilen dijital kefenin ilk dikişidir. Zira pes eden zihin, henüz savaş başlamadan mağlup düşer.

Bu kirli operasyonun temel amacı, Türkiye'yi kendisinden kuşku duyar hâle getirmektir. Bir ülkeyi fiziken işgal etmek zordur ama zihnini teslim almak daha kolaydır. O yüzden Türkiye’ye kefen biçenler, önce onun gençlerini umutsuzluğa, aydınlarını karamsarlığa, halkını da birbirine düşman etmeye çalışır.

 

 İşte bu noktada “zihinsel bağımsızlık” en az siyasal bağımsızlık kadar önemlidir. Türkiye, geçmişte olduğu gibi bugün de bu oyunları boşa çıkaracak dirence sahiptir ama bunun ilk adımı; dışarıdan biçilen kefenin bir “düş” olduğunu, bizim ise o düşü parçalayacak bir “iç güç” taşıdığımızı fark etmekle mümkündür.

Bir milleti çökertmenin en etkili yolu, düşmanı dışarda değil, içeride aratmaktır. Bu düşman çoğu zaman üniforma giymez, silah taşımaz, pankart da açmaz; onun adı bazen cehalettir, bazen korkudur, bazen de umutsuzluk...

Dış güçler yalnızca fırsat kollar; asıl saldırı, içimizdeki bu üçlü ittifakla gelir. Cehalet düşünmeyi unutturur, korku konuşmayı, umutsuzluk ise harekete geçmeyi...

 Bu yüzden en tehlikeli savaş, sessizce beynimizde başlayan ve milletçe özgüvenimizi kemiren bu psikolojik taarruzdur.

Cehalet yalnızca okuma yazma bilmemek değildir; hakikate ulaşma iradesinin de körelmesidir. Bilgiyle değil dedikoduyla, belgelerle değil algılarla hüküm veren bir toplum, kendi içinden çürümeye başlar. Korku ise cehaletin kardeşidir; insan bilmediğinden korkar.

Bugün halkımızın büyük bir bölümü, olup biteni gerçekten anlayamadığı için ya sessizliğe bürünüyor ya da hayali senaryoların esiri hâline geliyor.

Sonuç?

 Birbirine güvenmeyen, her an çökecekmiş gibi bekleyen, hiçbir başarıya sevinemeyen, her gelişmeyi "daha kötüsü geliyor" kaygısıyla karşılayan bir kitle...

Bu karanlık tablonun en sinsi boyutu ise umutsuzluktur. Zira umut, bir milleti ayağa kaldıran iç enerjidir.

Umutsuzluk, ne yaparsak yapalım değişmeyecek inancıdır köleliğin ise yeni çağdaki adıdır. Halbuki tarih boyunca milletimizi yaşatan, tam da en zor anlarda gösterdiği umut ısrarıdır.

Bugün de cehalete karşı akılla, korkuya karşı cesaretle, umutsuzluğa karşı dayanışmayla durabiliriz. Düşman dışarıdan değil, içeride gizlenmiştir; onu tanımadan, onu yenmeden hiçbir dış tehdide karşı ayakta kalamayız.

Tarih boyunca nice imparatorluklar yıkıldı, haritalar değişti, sınırlar silindi. Ancak ayakta kalanlar, toprağa değil ruha tutunanlardı. 

Türkiye Cumhuriyeti, sadece askeriyle, ordusuyla değil; milletin ruhuyla, inancıyla, dayanışma iradesiyle kuruldu. Bugün hâlâ ayakta kalmasının ardındaki temel dinamik de budur. Milletin devlete, devletin millete yaslandığı bu iç enerji; dışarıdan bakanın anlayamayacağı bir kudrettir: İç’in Gücü.

Cumhuriyet’in diriliği; yalnızca bir rejimin adı değil, bir halkın yeniden ayağa kalkma iradesidir. 1923’te küllerinden doğan bu ülke, yokluk içinde varlığı inşa etti.

 Bugün yaşadığımız ekonomik, sosyal ya da siyasi zorluklar elbette gerçek, ama bu zorlukların karşısında çaresiz değiliz. Zira hâlâ bu topraklarda, “Ben değil Biz” diyebilen insanlar var. Hâlâ Anadolu’da çocuklar Atatürk'ü saygıyla anıyor, hâlâ bir bayrak uğruna canını verecek milyonlar var.

 İşte bu, dışarıdan görülemeyen ama içten içe milletimizi ayakta tutan Cumhuriyet bilincidir.

 

Unutmayalım ki; düşmanın ilk hedefi, bu iç gücü zayıflatmak, bizi birbirimize yabancılaştırmak ve toplumsal belleğimizi unutturmaktır.

Ne mutlu ki henüz bu saldırı başarıya ulaşmış değil. Yeter ki içimizdeki güce inanalım, onun farkına varalım ve yeniden diri tutalım.

 Bu ülkenin geleceği, savunma sanayisi, diplomasisi ya da ekonomisi kadar; vicdanı, birliği ve Cumhuriyet bilinciyle yaşayan yurttaşlarında saklıdır.

Kimin işine yarar Türkiye’nin zayıflaması, iç savaşa sürüklenmesi, bölünmesi?

 Bu sorunun cevabı, tarihin tozlu raflarında değil; bugünün ekranlarında, manşetlerinde, diplomatik masalarında saklı ve Türkiye zayıfladığında güçlenenler bellidir: silah satanlar, sınır ötesinde üs kurmak isteyenler, içerideki taşeronları üzerinden kaos planlayanlar. Kaos senaryoları, sadece bir hayal değil; gerçek bir strateji olarak planlanır, beslenir ve uygulanır.

Bu topraklara biçilen kefenlerin çoğu, dışarıdan değil içeriden dikilir. Sosyal medya üzerinden yayılan dezenformasyonlar, halkı birbirine düşürmeyi amaçlayan provoke içerikler, ülkenin kurumlarına güveni sarsan söylemler, dış kaynaklı ama içeride işbirlikçiler eliyle yayılır. Kaos, sokakta değil, zihinlerde başlatılır. “Devlet çöktü”, “her şey bitti”, “bölüneceğiz” gibi cümleler aslında bir işgalin ön hazırlıklarıdır. İnsanları psikolojik olarak teslim alırsanız, fiziki direniş gerekmeden dize getirebilirsiniz.

Bu yüzden sorulması gereken asıl soru şudur: Bu karanlık senaryoların kalemşorları kimin hesabına yazıyor? Türkiye’yi bir Lübnanlaştırma projesine mahkûm etmek isteyenlerin iştahı, bizim içimizdeki zayıflıktan besleniyor. Birbirimize güvenmeyi bıraktığımız anda o senaryo başarıya ulaşır. O yüzden cevap çok net: Kaosu değil, kardeşliği; bölünmeyi değil, bütünleşmeyi büyütmeliyiz.

Bir ülkenin dışa karşı gücü, içerideki barışıyla da doğru orantılıdır. İç huzurunu sağlamayan bir toplum, diplomaside inandırıcı olamaz; ekonomide de sürdürülebilir kalkınma üretemez.

Türkiye, dış dünyada kendini ifade etmeye çalışırken içeride patlayan krizlerle meşgul edilmek isteniyor. Eğitimde, sağlıkta, adalette yaşanan her aksaklık büyütülerek bir sistem krizi algısı yaratılıyor. Hâlbuki mesele bu kurumları çökertmek değil; iç barışı yeniden inşa etmektir.

Bu topraklarda yaşayan her birey, hangi kökenden, mezhepten, inançtan olursa olsun ortak bir geleceğin paydaşıdır. Bu geleceği birlikte kurmak için önce aynı sofrada oturmayı, aynı türküyü birlikte söylemeyi, aynı ekmeği bölüşmeyi yeniden öğrenmeliyiz. Zira barış; sadece silahların susması değildir. Barış, adaletin varlığı, güvenin hâkimiyeti ve eşitliğin hissedilmesidir. Bunu sağladığımızda, Türkiye yalnızca dış tehditlere değil, iç karanlığa da karşı korunaklı hâle gelir.

Dış politikanın iç kamuoyuyla beslenmediği her senaryo da kırılgandır. Bu yüzden iç barışı önceleyen bir kalkınma anlayışı geliştirmeliyiz. Güçlü Türkiye, sadece tankıyla, uçağıyla değil; barış içinde yaşayan halkıyla, güvende hisseden bireyleriyle mümkündür.

Bugün “Cumhuriyetin bekçisiyiz” demek, sadece nostaljik bir söz değil; yaşamsal bir görev tanımıdır. Atatürk, bu topraklara sadece bir liderlik değil, bir bilinç mirası bırakmıştır. Bu mirasın temelinde görev bilinci vardır: Cehaletle mücadele etmek, bilimle ilerlemek, halkı uyandırmak ve toplumu kendi ayakları üzerinde tutmak. Bizim görevimiz; bu mirası sadece korumak değil, büyütmektir.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılında  sadece yönetenler değil, halkın da sorumluluğunu bilmesi gerekmiyor mu ? 

 

Oy verirken, söz söylerken, fikir üretirken bu ülkenin geleceğini etkilediğinin farkında olması şarttır.

Cumhuriyet sadece seçme ve seçilme hakkı değil, aynı zamanda sorumlulukların da sistemi ve Atatürk’ün gösterdiği   "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" bir toplum modeli değil midir?

Bu yol, ancak aktif yurttaşlarla yürünebilir, zira görev bilinci, yalnızca devlete yüklenemez. Her okulda, her mahallede, her evde başlayan bir bilinçlenme hâli gerekiyor. Cumhuriyet’in temel direkleri olan laiklik, sosyal devlet, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar; kitaplarda değil, yaşamın içinde yeniden inşa edilmelidir.

Atatürk’ün izinde yürümek, sadece anıt önünde saygı duruşu yapmak değil; onun bıraktığı mücadeleyi her gün yeniden başlatmaktır.

Sonsöz;

Değerli Okurlar,

Bugün karşımızda yalnızca siyasi ya da ekonomik bir kriz değil çok daha derin bir zihinsel saldırı var ve halkın düşünme biçimini, hayal gücünü ve kendine olan inancını da hedef alan...

 Amaç, bizi kendimizden şüphe ettirmek, geçmişimizi küçümsetmek, geleceğimizi ise belirsizleştirmek.

İşte,

Bizim bu topraklardaki varlığımıza biçilen kefen tam da budur: “Sizden bir şey olmaz” cümlesini kabullendirmek.

Oysa, defalarca bu kefeni yırtıp attık...Zira bu topraklarda direnç, irade ve iman da var ve biçilen o kefeni yırtmanın yolu, silahla değil; bilinçle, inançla, birlikle olacaktır: Eğitimle, sanatla, ahlakla, sorumlulukla...

Yani,

Her vatandaşın kendi ışığını yakmasıyla olur. 

Unutulmamalıdır ki, karanlık, sadece güneşle değil bir mumla da bozulur.

 Bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan; ne kurtarıcı bir lider, ne de dışarıdan gelecek bir mucizedir;

İçindeki güce inanmış, sorumluluğunu bilen, mücadeleden kaçmayan bir halktır.

Ve işte biz, o halkız:

Dış’ın Düş’ü varsa İç’in Gücü olan...

Ve,

Sadece bir fikir değil aydınlanma yolunda ki o iç güç; İnsana dair konuşan,güne ve gündeme dair bir duruş sergileyen,İstiklal, istikbal ve hürriyetin sesi olarak da hak, hukuk ve adaletin savunucusudur.

O,

Sevgiyi, saygıyı; acıyı ve umudu da birlikte taşıyandır da...

Atatürk’ün izinde Cumhuriyet’in bekçisi olarak kahrolası karanlığa , alışılmış cehalete karşı yürüyenlerin varlığıdır ki,

“Bir millet, sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe,yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.”

“İçi İçine Sığmayanlar”; belki bir isim, belki bir sitem, belki de bu toprağın en gerçek yüreği…

Onlar kalemi kalkan, fikri bayrak, vicdanı pusula yapanlardır.

Korkuya karşı cesaretle, cehalete karşı bilgiyle, suskunluğa karşı sesimizle…

Biz varız.

Biz buradayız.

Biz, İçi İçine Sığmayanlar’ız.

Bize biçilen kefen varsa, içimizde onu yırtacak irade de var...

Bugün susan, yarın susturulur,

Yan yana gelmeyenler, yarın aynı çukura düşer,

Uyanmayan milletler ise yok edilirler, yok olurlar...

Korkunun değil cesaretin, cehaletin değil aydınlığın saflarında birleşenler,tarihin kıyısında değil ortasında onurla duranlardır.

Ve,

Onlara asla ve kat'a kefen giydirilemez.

Ama,fakat,lakin!

Friedrich Nietzsche(3),

"Bir kere yanlış trene bindiyseniz; koridorda ters tarafa koşmanın hiçbir faydası yoktur." diyor.

Ahmet Zorlu ise (4), şöyle diyor:

“İnsan dediğin mahluk,

Nokta kadar çıkar için virgülleşmemeli.

Güç kimdeyse onun yanında değil, haklı ve doğru olanın yanında saf tutmalı.

İlime, bilime saygısı sınırsız olmalı.

Körü körüne biat, körü körüne itaat, körü körüne önyargı kuşanmamalı.

Duyduğunu, kendisine dayatılanı mantık süzgecinden geçirmeli, ‘doğruluk payı’nı akıl terazisinde tartmalı.

Konuşanın kılık kıyafetine göre değil, söylediklerinin doğruluğuna bakmalı, değerlendirmeli...

Ve vicdanına hesap verebilir olmalıdır.

İnsan olan, kerametin sakalda, cübbede, kravatta, uzun saçta ya da şık takım elbisede değil; akılda, bilimde ve fikirde olduğuna inanmalı.

Her söylenenin, her söyleyenin ardına düşmemeli; her şeyden önce aklını ve mantığını rehber edinmeli.

Halkın gözünün içine baka baka yalan söyleyene, ‘Hayır, öyle değil kardeşim, doğrusu şudur’ diyebilmeli.

Çocuğunu özenle büyütmeli; küçük yaşta eline silah değil, kitap vermeli.

Unutmamalıdır ki;

İnsanı ayakta ve başı dik yaşatan omurgası değil, inançları, ilkeleri ve kişiliğidir.

İnsan, doğa ve hayvan sevgisi ile başka yaşamlara da duyduğu saygıdır.

İnsanı otlaştıran, odunlaştıran ve kendini hâlâ insan sanmasına neden olan ise;

Sahteciliği, cehaleti, yalakalığı, kimliksizliği ve kişiliksizliğidir.”*

O halde,

Önce insan, sonra  BEN olmaktan BİZ olmaya var mısınız?

Unutmayın,

“Zihinleri hedef alan görünmez savaşta, Türkiye’nin kefenini yırtacak tek şey İç’in Gücüdür.”

Umutlu 

22 Temmuz 2025

___

(1) Edward Bernays.

Modern halkla ilişkiler ve propaganda kuramının kurucularından. 1891 doğumlu. Sigmund Freud’un yeğeni olup, psikanalizi kitle iletişimiyle birleştirerek medya, siyaset ve reklamcılık alanlarında algı yönetimi teknikleri geliştirmiştir. Ona göre bir toplumu kontrol altına almanın en etkili yolu, bireylerin düşünme yetisini, sorgulama refleksini ve hakikate temas kurma arzusunu köreltmektir. Zihni esir alınan insan artık gördüğüne değil, gösterilene inanır; düşünmez, tekrar eder; bilmez, inanır. Ve en tehlikelisi: tutsak olduğunu fark etmez. Bu bağlamda söz, yalnızca bir uyarı değil, bir toplumun nasıl gönüllü esarete sürüklendiğinin özlü bir ifadesidir.

(2) Kenan Biliz, Pusula Gazetesi

https://www.gazetepusula.net/yazarlar/kenan-biliz/turkiye-ne-olsun-ne-olsun/1910/

(3) Friedrich Nietzsche,Alman filozof.

1844–1900 yılları arasında yaşamış olan Nietzsche, modern düşüncenin temellerini sarsan, birey, ahlak, güç ve hakikat üzerine sert eleştiriler getiren bir filozoftur. O söz, insanın yanlış bir yolda olduğunu fark ettiğinde yüzeysel çırpınışlar yerine, radikal bir yön değişikliğine ihtiyaç duyduğunu ima eder. Yanlış sistemin içinde kalıp, sadece pozisyon değiştirmenin kurtuluş olmadığını hatırlatır.

(4) Ahmet Zorlu 

https://www.facebook.com/share/p/19hj1XVdX4/


SUAT UMUTLU

22.07.2025 10:12:00

YAZARLAR


GEÇER’DEN VALİ KÖŞGER’E ZİYARET

“OTURMA EYLEMLERİ MAHALLE MİTİNGLERİNE DÖNÜŞECEK

Sabri ARPAÇ YAzdı/2026-2029 YILLARI EMLAK VERGİLERİ YÜZDE 1000'DEN FAZLA ARTACAK

ŞAHİN ESENDEMİR YAZDI/ ADANA DEMEK...

BÜYÜKŞEHİRDEN ÜCRETSİZ SPOR EĞİTİMİ

YÜREĞİR BELEDİYESİ'NDEN DAR GELİRLİYE 10 TON PATATES

GÜNGÖR GEÇER: PROJELERİ TAMAMLAMAYA KARARLIYIZ

“ÇOCUKLARIMIZIN HAYATA EŞİT BAŞLAMASI İÇİN TÜM İMKÂNLARIMIZI SEFERBER EDİYORUZ”

YEDİGÖZE PROJESİ’NDE MALİYET ARTIŞI 24 BİN 900 KAT!

KARALAR, GEÇER'İ KUTLADI, İSTEKLERİNİ SIRALADI

ANKARA’DA ÜCRETSİZ DÜĞÜN SALONU

KIZILAY’DAN UGANDA’DA 10 SU KUYUSU

KILIÇDAROĞLU’NA ADANA’DA AŞURE

KILIÇDAROĞLU’NDAN KOZA YARDIMCI’YA ZİYARET

KILIÇDAROĞLU, ZEYDAN KARALAR’INEVİNDE

ALTAN ÖYMEN’İ KAYBETTİK

"TARIMDA DIŞ TİCARET AÇIĞI 50 MİLYAR DOLAR"