Mevsimin sunduğu renkli güzellikleri ve ılıman havanın sağladığı sükûneti yitirmeden, güne güven, huzur, adalet ve karşılıklı hoşgörü ilkeleriyle başlamayı öncelikle önemli görüyor ve bilincim dahilinde uygulamaya çalışıyorum. İnsan faaliyetlerinin yol açtığı çevresel ve toplumsal faaliyetler nedeniyle yaşam koşullarının giderek zorlaştığı bir dönemde, adalet ve hukukun önemi ve gerekliliği duygusuna yönelik arayışların güçlendiği görülmektedir. Bu arayış, toplumsal mutabakatların yalnızca siyasal bir tercih değil, aynı zamanda toplumsal olarak birlikte yaşamın sürdürülebilirliği için zorunlu olduğunu yaşam pratiği içinde ortaya çıkmaktadır. İnsan olmanın temel gereği olan “zarar vermeme” bilincini içselleştirerek; doğanın öğrettiği dengeyi, karşılıklı etkileşim ve denetim ilişkileri içinde yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Birlikte var oluşu mümkün kılan doğal denge, bireysel özgürlük ile toplumsal sorumluluk arasındaki empati, erdemlilik ve ahlaki değerlerin korunmasına bağlıdır.
Doğanın sunduğu imkânların israf edilmediği ve adil biçimde paylaşıldığı takdirde hâlâ 8 milyara yeterli olduğunu unutmadan; çevreyle uyumlu, farklılıkları gözeten ve empatiyi merkeze alan bir yaşamı hedeflemek, hem etik bir yükümlülük hem de ortak geleceğimiz için rasyonel bir beklentidir. Bu çerçevede, gündelik pratiklerimizde ölçülülük, şeffaflık ve karşılıklı saygı ilkelerini güçlendirmek; ortaklaştığımız iyiyi önceleyen, adil kurumları destekleyen ve doğa ile barışık yaşam biçimlerini teşvik eden, müşterek esenliğe giden yolu somutlaştırabiliriz.
Dileğim, mevsimin dinginliğini yalnızca bir ruh hâli olarak değil, bireysel ve toplumsal ilişkilerimize ve kararlarımıza yön veren kalıcı bir ilke olarak karşılıklı doğaya, insana zarar vermemeyi benimsememizimdir.