İtalyan göçmeni mühendis babayla, Fransız bir annenin tek çocuğuydu. Dokuz yaşındayken babasını kaybetti ve ailenin maddi sıkıntıları başladı.
Liseyi bitirince, iki yıl işsiz kaldı, sonra Hachette yayınevinde memur olarak çalışmaya başladı. Böylece gazetecilik macerasının da başlangıcı idi. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da gazetelere yazılar gönderiyordu. 1865 yılında ilk romanı “Claude'un İtirafı” yayınlandı. Çarpıcı bir üslubu vardı; kısa sürede Fransa'nın en popüler yazarı oldu.
1886'da “Başeser” romanıyla Paris sanat dünyasını sarstı. Romanın kahramanları Paul Cezanne, Edouard Manet ve Claude Monet gibi birçok sanatçının bir karışımıydı.
Bundan sonra da her yıl bir romanı yayınlanmaya başladı. Natüralizm onun yarattığı bir üslup olmuştu.
Derken, Dreyfus olayı patladı. Yüzbaşı Alfred Dreyfus haksız yere casuslukla suçlanarak yargılanmaya başladı. Haince bir olayla, casuslukla suçlanıyordu. Ama aslında Dreyfus, vatansever bir Yahudi subaydı.
Seyirci kalamadı Zola; Le Figaro'da, “Gerçek Yürüyor, Onu Hiçbir Şey Durduramaz,” başlıklı bir yazı yayımladı. Açık açık “İtham Ediyorum,” diyordu.
Artık, Zola, yargılanıyordu. Ama umurunda değildi. “İnsanlık yalanı ve adaletsizliği kılıçla değil, kitapla yenecektir,” diyordu. Tek istediği adalet ve tek ulaşmaya çalıştığı şey de gerçekler idi. O yüzden, de, “Gerçeği susturup, yeraltına gömseniz bile, büyüyecektir,” diye haykırıp duruyordu. Ona göre bir kişiye yapılmış haksızlık bütün insanlığa yapılmış sayılırdı.
Bir yandan da irtica ile savaşıyordu. Bakınız ne diyordu, irtica ve gerici eğitim için”? İrtica saltanatını, bir ülkenin eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir, kalır. Gerici eğitim sistemi ile beyinleri yıkanan genç kuşaklar yönetimde görev aldıkları zaman; ülke çıkarlarını değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaktır.” Haksız mıydı, size yabancı geldi mi bu sözler?
Dreyfus, suçlu bulundu ama mücadele bitmedi. Sonunda, Cumhurbaşkanı Dreyfus'u affetti. Emile Zola da, Dreyfus davasından esinlenerek son romanını yayınladı.
Hep gerçekleri arayan natüralist Zola, beş hikayeden meydana gelen, “Nasıl Ölünür” diye bir kitap yazdı. “Her şey bittiğinde, kimisi buz gibi yatakta, kimisi şöminenin ısıttığı odasında, kimisi de huzurlu bir kır evinin içinde ölümü karşılar,” diyordu. Kafasındaki soru ise,” Ölüm herkesi eşitler mi,” idi.
Bilemedi, Zola. Ne ölümün herkesi eşitleyip eşitlemediğini, ne de ölümü ne zaman, nasıl karşılayacağını. Dreyfus’un masum olduğu ortaya çıkmıştı ama, onun düşmanlarını da artırmıştı. Ölmeliydi, öldürülmeliydi, bu zındık. Hem de sessiz, sedasız. Buldular da yolunu. Bir baca temizleyicisiyle anlaştılar. O da, şöminenin bacasını tıkadı.
29 Eylül 1902'de, 62 yaşındayken, o büyük insan, düşünce adamı, dünya çapında yazar ama en mühimi bir cengaver öldü.
Şömine dediler, zehir, dediler, tedbirsizlik dediler, kader dediler. Yutan oldu. Yutmayanlar da sustu.
SANIRIM BU YAZININ DEVAMINI YAZMAK GEREKECEK.NE ZAMAN BİLMİYORUM.