Birinci Dünya Savaşı’nda ordumuz için, “Muvaffak Olmasın ya Rab” redifli gazel yazan bir hoca İstanbul’a dönmüş, halifenin Şeyhülislamı olmuştu. Bir sarıklı hoca, Said Molla, İngiliz karargah kapılarında jurnal verme nöbeti tutmakta; Medrese, Mustafa Kemal’in ve dava arkadaşlarının katli vacip olduğuna dair fetva vermektedir.
Aynı dönemde, nasıl ki biz Arapça medreselerde eğitim görüyorsak, Japonlar da Çin Medreselerinin etkisi altında idi. Japonlar iki asır tarih dışı kaldı. 1854’te Amerikan Komodor’u Perry, birkaç savaş gemisi ile Japonya kapılarını zorlayıp, Japonları aşağılayıcı bir antlaşmayı zorla imzalatınca, Japonlar Batıya köle olmamak için iki fikir geliştirdi: Gavuru kesmek: ya da Batılı olmak; Batı’nın üstünlüğünü sağlayan neyse, öğrenmek ve benimsemek.
Batıcı parti İto ve Tonye adındaki genci gizlice İngiltere’ye gönderdi ve bunlar birçok güçlüğü yenerek Batının bilim, teknik ve kültürünü öğrendiler. Demiryolları, Endüstri metotları, buharlı tekne, telgraf, zırhlılar en fazla dikkat çekenlerdi. Dönüşlerinde biri başbakan, diğeri bakan oldu. Derebeylik geleneklerini kaldırdılar, çeşitli reformlar yaptılar ve 1868’de halkı temsil eden ilk meclisi kurdular.
Batıcı partinin ilk işi Çin medresesini kaldırmak oldu. Eğitimi tepeden tırnağa değiştirdiler. Amerika, İngiltere ve Almanya’dan her konuda uzmanlar getirdiler. Resim ve heykel sanatları için İtalyan sanatkarlarla işbirliği yaptılar. Fransız medeni kanununu benimsediler.
Japon halkı son derece muhafazakar olduğu için, Batı yanlısı reformlara karşı çıktılar. Bir sürü isyan çıktı. Aydınlanmacı imparator, ordu, hükumet, meclis 1877’de başlayan isyanları sert tedbirlerle bastırdılar.
Sonunda halk reformları benimsemeye başladı. Bilime dayalı eğitim, Japonya’ya 1868’de girdi. 1925’de Japon çocuklarının % 99.4’ü Batı eğitimi veren okullarda okumaktaydı ve 1927’de ise halkın %93’ü okuma-yazma öğrenmişti.
1925’te seçim kanununu çıkardılar. İki meclisli parlamento sistemini kurdular. İlk parlamento seçimlerinde oy kullanan eğitimli seçmen sayısı 460.000 iken, 1928’de 13.000.000 oldu.
Felsefeleri, “Seçim bir danışma sistemidir. Bir toplum danışma hakkından önce bilgilenmeli, oy kulübelerinden önce okullar açılmalıdır. Yeteri kadar eğitim görmeyenin elinde oy pusulası, yalnız faydasız değil, tehlikelidir de,” idi.
İlhamı Friedrich Nietzsche’den almışlardı. Demişti ki Nietzsche, “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp, seçim hakkı verilse dahi, özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil bir toplumda seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar büyük bir ahmaklıktır.”
Oysa biz Batı’yı ve üstün taraflarını daha iyi bilmeli idik. Batıya yolladığımız elçilerden biri, Champ Elysees yakınlarında oturduğu evin balkonunda ezan okuyarak tüm Paris’e ezan-ı Muhammedi’yi duyurmakla, Rusya elçimiz davetli olduğu resepsiyonda yatsı vakti gelince, hemen bir salon açtırarak namaz kılmakla övünüyordu.
Alman İmparatoru ve Habsburg Hanedanı reisi 5.Şarlken, Fransa İmparatoru 1. Fransuva’yı esir almış ve Madrid Kalesine hapsetmişti. Fransuva’nın annesi, Devlet-i Âli Osmani’nin kudretli hükümdarı, Avrupalıların “Muhteşem” dediği Kanuni Sultan Süleyman Han’dan yardım istedi. Kanuni Şarlken’e bir tehdit mektubu göndererek, Fransuva’yı serbest bıraktırdı.
Aynı Kanuni, şeyhülislam, “Medreselerdeki müspet ilimler talebeler arasındaki dini duyguları zayıflatıyor. Böyle giderse Batı Medeniyeti doğrultusunda eğitim almaya devam ederlerse, bunların oluşturduğu toplumu yönetmek zor olacaktır,” diye fetva verdi.
Sonra ne mi oldu? Fransuva hapisten çıkınca, ilk iş olarak, dünyanın en büyük bilim akademisi olan College de France’ı kurdu. Fetvayı alan Muhteşem Süleyman’ın ilk işi de başta Felsefe, matematik ve kelam olmak üzere medreselerden bütün müspet ilimleri kaldırmak oldu.
HALA ZIR CAHİLLER, KADERİMİZİ BELİRLİYOR.