İNSANIN HAZİN DÖNÜŞÜMÜ

Vazgeçenler değil, mücadele edenler tarihe geçer...

Vazgeçenler değil, mücadele edenler tarihe geçer...
*
"İnsanların birçoğu iş hayatında veya insan ilişkilerinde duracağı yeri bil(e)mez...
Sezar, Kanunî Süleyman, Napolyon, Hitler akla ilk gelenlerden...
Sezar, Roma senatosunu son raddeye kadar zorlamış, bütün ipler kopunca da şaşırmış ve "Sen de mi Brütüs!" diyerek veda etmiş hayata..
Kanunî'nin kış gününde Viyana kapılarına dayanacak kadar gücünün sınırlarını zorlamasına ne demeli?
Ne yapacaksa Viyana'yı? artık, bil(e) miyoruz...
Napolyon da kış ayında Moskova seferine çıkacak kadar güç zehirlenmesine uğramış...
Ya Hitler'e ne demeli? 
Kazandığı zaferleri bir parça olsun özümsemeden, henüz kendisi bile nelere sahip olduğunu içine sindiremeden her yöne ve her şeye saldırmış durmuş !
Ve her biri tarih olmuş!...Güçlerinin zirvesinde iken tepeye varmaya bir parmak kala gerisin geriye yuvarlanan o kayanın altında kalıvermişlerdir..." 
Bunu Pisagor kupası , yani  insanın durması gereken o noktayı ortaya koyan veya somutlayan bilgece bir tasarım olarak açıklıyor Sedat Demirkaya...
*
Bu toplumu, bir ülkeyi bu hale getiren kültürel saldırılar yıllardır neden durdurul(a)maz...
Sorumsuzluğun, arsızlığın, bencilliğin, vicdansızlığın, adaletsizliğin zemin bulup yerleşmesi ve sürekli alkış alması...
Toplumun korkunç bir kültürel çöküntüyle, başbaşa bırakılmasından değil midir...
Atatürk zamanında göklere çıkarılan kutsalların, duyguların, insana dair iyi-kötü, doğru-yanlış, haklı-haksız, günah-sevap, faydalı-faydasız tüm insani değer ölçülerinin yerlerde sürünmesine ve  insanlığın barış içinde birarada yaşamasını engelleyen tüm duygusal, sosyal ve siyasal hassasiyetlere karşı ne diyorsunuz...

Gerek ülkemizde ve gerekse dünyada yaşanan küresel siyaseti doğru anlayabilmek, içinde bulunduğunuz ortamı doğru tanımlamak ve bugünü doğru analiz edemezsek yarına dair çözüm yolu üretemeyeceğimizi de bilmemiz gerekiyor.
Bakınız;
Bugüne değin gerek aile kurumuna karşı ve gerekse 
Türk ordusuna, Türk egemenliğine, kültürüne ve diline verilen zararları neden fark edemedik...
3-5 yaşında çocukları din öğrensin diye kurslara gönderirken, hocaları tarafından tecavüze uğrayacaklarını düşünemediğimiz gibi ordumuzun, vatan ve millet sevgimizin tecavüze uğradığını da  fark edemedik...

Yine ülkemizin ekonomisine, kültürüne, siyasetine, ahlakına, adaletine hukukuna tecavüz edildiğini de...

Bunların küresel bir siyasetin parçası olduğunu,
Atatürk'ün ölümünden sonra ağır ağır, 1950'den sonra hızla ve 1980'den itibaren de hiç engelsiz sürdürüldüğünü ne anladık ne de görebildik...
Halen Türkiye'de Türkler yokmuş gibi hızla yol alındığını da göremiyoruz gibi ...
Ne dersiniz!
İşte bütün bu ekonomik, siyasi ve sosyal çöküntülerin, kültürel ve duygusal sebepleri ve çözüm yolları için ne yapıyoruz... Sorunların altyapılarını anlamamız gerekmiyor mu?"
Bu mealde yorumluyor Kenan Özek , ahvalimizi...
*
Peki, olup bitenleri anlamak için hangi yolu izlememiz gerekiyor. Bu konuda ise Prof.Dr Cihan Dura ipuçları veriyor;
"İster öğrenmek ister açıklamak için olsun, dünyada hangi olguyu gözlemlersek gözlemleyelim, o olguyu önce bir küme (set) olarak göreceğiz. 
Sonra onun, kendisinden daha basit elemanlardan oluştuğunu düşüneceğiz. 
Nihayet, o olgu (küme) ile elemanları arasında, elemanların kendi aralarında ilişkileri olduğunu bilip onları olabildiğince nicel (veya nitel) olarak ifade etmeye çalışacağız. 
Öğrenme sürecinde bu temel yaklaşımı benimseyip kullanmadıkça, dünyada hiçbir olguyu tam olarak öğrenemez, anlayamaz ve açıklayamayız. 
Sonuçta yanlış kavramlar oluşturur, yanlış muhakemeler yapar, yanlış veya eksik bilgiler ediniriz." dedikten sonra bir  örnek veriyor .... Hem de büyük önder Gazi'den...

"Atatürkçü Öğreti genel olarak 10 ilkeden oluşur. 
Bir binaya benzetirsek; çatısı,katları ve temeli vardır.

Çatısı Milliyetçilik ilkesidir. 
Üst katta varoluş ilkeleri: Millî Egemenlik ilkesi ile Tam Bağımsızlık ilkesi...
Orta katta uygulama ilkeleri: Halkçılık ilkesi, Cumhuriyetçilik ilkesi ve Devletçilik ilkesi...
 Alt katta uyum ilkeleri: Devrimcilik ilkesi ile Laiklik ilkesi...
Binanın temelinde ise iki uygulama ilkesi bulunur: Bilimcilik ilkesi ile Sosyal Ahlak ilkesi.
Bu ilkelerin her birinin de kendine özgü yapıları, kısımları, kavramları vardır. İlkeler kendi aralarında kurulu bağlantılarla birbirini tamamlar, destekler.
Neticeten analiz ederek öğrenmek...
*
Johan Wilhelm Snelman(1806-1881)... İsmini duydunuz mu bilmiyorum.
Ona, Finlandiya’nın Atatürk’ü!... diyorlar...
Bir filozof ve  yaşamı boyunca yurdunun kalkınması için çırpınan birisi...
O ve oluşturduğu halk öğretmenleri ordusu; ‘bataklıklar ülkesi’ olan Finlandiya'yı ‘beyaz zambaklar ülkesi’ne dönüştürmeyi başarmış...
Askerlerden, öğretmenlerden, din adamlarından, doktorlardan, iş adamlarından, … oluşturduğu gönüllüler ordusuyla ülkesinin yoksulluktan kurtarılmasının, ekonomik, politik ve kültürel açıdan mükemmel bir konuma getirilmesinin öncülüğünü yapmış...
Peki , biz ne yaptık? Ne yazık ki, başarılı olamadık.
Oysa bizim de Atatürk’ümüz vardı...
O’nun bütün yol göstermelerine, bütün çabalarına,
verdiği örneklere rağmen tembellikten, eğitimsizlikten, yoksulluktan, gerilikten yeterince kurtulamadık. 
Devlet, millet, bilim, sosyal ahlak, ulusal egemenlik, tam bağımsızlık, cumhuriyet, laiklik gibi yüksek değerleri halkımıza tam olarak anlatıp benimsetemedik. 
Halkımızın çağdaş eğitimle yetişip kişilik kazanmasını, gerçek bir halk olmasını sağlayamadık.
Atatürk’ümüz çıktı çıkmasına ancak onun davasını sürdürecek aydın kuşaklar yetişmedi! Görevimizi yerine getiremedik.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bundan  yıllar önce yaptığı tespit (Yaban, 1932) ne yazık ki bugün de geçerli:
"Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin.
Bir kafası vardı, aydınlatamadın.
Bir vücudu vardı, besleyemedin.
Üzerinde yaşadığı bir toprak vardı, işleyemedin.
...
Onu hayvanî duyguların, esaretin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın.
O katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti.
Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin.
Ne ektin ki ne biçeceksin."
*
Demek ki, bizim gibi geri kalmış, gelişmekte olan bir ülkede kalkınmanın ilk koşulu; aydınların halka gitmesi, onunla buluşması, ona el uzatması, anlayıp benimseyeceği şekilde ona bilim, teknik, kültür ve yenilik götürmesi önemli bir husus...

ATATÜRK boşuna uyarmamış;
"Başarı için, ülkeyi kurtarmak için aydınla halkın zihniyeti arasındaki ayrılığı durdurmak gerekir. Bu ikisi arasında doğal bir uyum olmalıdır. Bunun için de halk biraz yürümesini hızlandırmalı, biraz da aydınlar çok hızlı gitmemelidir. Görev, önce aydınlara düşer.” 
Kabahati halkta gören aydınlar! için,
 Bir mucize olsa da Atatürk bugün çıkıp aramıza gelse, şöyle hitap ederdi;
 "Ey Türk aydını! 
Sakın ola ki halkını küçük görme, Onu bağrına bas, kendi derdin yap dertlerini.
Onun diliyle, yumuşak konuş,güven ver, sevdir kendini ve iletişimini hiç eksik etme ki, her gün daha yakınında bu onu...
Unutma: Bilgidir, akıldır, sabır ve iknadır bizim araçlarımız.
Bu bilinçle örgütlenin, dernekler kurun, platformlar oluşturun.
Girin halkın arasına, her yere gidin, konuşun, dinleyin, anlayın sorunlarını. 
Güven vererek, yalın bir dille, güzel örneklerle en etkili şekilde anlatın bulduğunuz çözümleri. 
Sizden öncekiler, bütün uyarılarıma rağmen, çok ihmal ettiler bu görevi! 
Gerçek sorunları, uygun çareleri halkı gözlemleyerek, dinleyerek, onunla birlikte yaşayarak bulun.

Sakın aktarmacı olmayın, Batı taklitçiliğinden uzak durun. Çoğu aydınımız ne yazık ki Batı taklitçisidir, Batı kopyacısıdır. Sakın ha, siz onlar gibi olmayın. Bu büyük hatamızın da üzerine yürüyün. Bilim ilkemin ışığında önce halkınızı tanıyın, doğrudan doğruya onu gözlemleyin, araştırın, sorunlarını bulun, önlemler alın, çareler geliştirin; halkın arasına girerek, onun dünyasını tanıyıp öğrenerek, görüşlerinizi, uygulamalarınızı onun ruhundan, onun yaşamından esinlenip oluşturarak... Doğal uyumu sağlamaya, daha da ileri götürmeye özen gösterin. İşinizi, görevinizi iyi planlayın, görüşlerinizi olgunlaştırın. Amaçlarınızı, araçlarınızı iyi belirleyin. Uzmanlara başvurun, iş birliği yapın. Ancak bir hazırlıktan sonradır ki atılın ortaya. Herkesin kolay anlayacağı şekilde anlatın, uygulayın ve uygulatın önlemlerinizi."
*
Eskiden, yani Demokrasinin az çok işlediği dönemde işler kötüye gitmeye başladığında, sorumlu gördüğümüz hükümeti eleştirir, uyarırdık. Hatta büyüklerimiz, " Ne o gençler hükümet devirip hükümet mi kuruyorsunuz!..." diye takılırdı... Ki, hükümetler de kendine çeki düzen verir, önlemler almaya çalışırdı.
Ama günümüzde görüyoruz ki,
Her alanda, her şey kötüye gidiyor ama suçlu da, suçun müsebbibi de hep mağdur tarafında aranıyor...
Neden?
Acaba , "Gözlerin karanlığa alışması gibi; bazı insanlar cehalete, kabalığa, safsataya ve niteliksizliğe alıştı, kanıksadı. Şimdi bilgelik, nezaket, ahlak ve ehil olmak onlara karanlık ve ürkütücü geliyor. " diyebilir miyiz...
Bu,  'İnsanın hazin dönüşümü ' olarak tanımlanabilir mi!
*
Bakın, gazeteci yazar Ahmet Zorlu çok kaygılı...
"Umutsuzum, karamsarım." diyor son yazısında...
Neden böyle düşünüyor, sorgulamış da...
*
"Üç tarafı denizlerle, her yanı ormanlarla çevrili, topraklarından bereket fışkıran bir ülkemiz vardı. 
Fakirdik ama karnımız doyuyordu.
Sevgi eker, kardeşlik biçerdik.
Her kesim birbirine saygı çerçevesinde yaşar, kimse kimsenin ne yediğine, ne içtiğine, ne giydiğine bakmazdı bile.
Huzur vardı, zira her insanın kendince bir uğraşı, her gencin gelecek ideali vardı.
Önce hayallerimizi, sonra geleceğimizi çaldılar.
Önce her birimizi, üretmeden tüketen birer canavara dönüştürdüler.
Sonra inanan, inanmayan, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Osmanlıcı-Atatürkçü gibi nifak kokan anlayışlarla bölüp parçaladılar.
Sonra yapay düşmanlar ürettiler.
Medeni dünyaya düşman ettiler, Arap Kavimlerine özenti kültürü oluşturdular.
Devletin üreten kurumlarını ya kapattılar, ya yandaşlara cazip şartlarda verdiler.
Bize “Çalışmaya ne gerek, işte size dünyanın tüm nimetlerini sunuyoruz. Ye, iç, yat gerisine karışma” dediler ve tam bir AVM gençliğinin oluşmasını sağladılar.
Kırsal kesime kent yaşamını cazip gösterip, köyden kente göçü hızlandırarak, kentlerin eteklerinde toplanmalarını sağladılar..
Birikimlerimizi yediler bitirdiler, şimdi kanımızı, canımızı koydular kumar masalarına.
Cennet vatanımızı, kan kokan, can güvenliği kalmamış, adaletin ve huzurun mumla aranır hale geldiği bir noktaya getirdiler.
Sadizm kültürü ile şekillendirdikleri bir yapıyı sokağa saldılar.
Ve milletçe, maalesef bu sürecin bir parçası olduk.
Komşumuza bile şüpheyle, önyargıyla bakar hale geldik.
Demokrasi denilen, insan merkezli bir idare şeklini bile bize lütuf olarak sunan idarecilerin yap-boz deneylerini uyguladığı bir ülkedir artık Türkiye.

Kendim için, çocuklarımız için, geleceğimiz için, ülkem için, demokrasi için, Türk Ekonomisi için, barış için, kardeşlik için, dış ilişkilerimiz için, kalmayan huzurun geri geleceğinden şüphe duyduğum için, kültürümüz için, sanatımız için kısacası Türkiye için kaygılıyım..

Türkiye Ekonomisi kan kaybediyor. 
Dar ve Sabit gelirli kan kaybediyor. 
Üreten ve istihdam yaratan kamu yatırımları özel sektöre bırakıldı.
Başarılı işletmelerin kayyum eliyle tek tek batırılması... Bankalarımızın yabancıların hizmetine sunulması ve onların da milleti kredilere mahkum etmesi...
Üretim sektöründe işsizliğin zirveye tırmanması...
Üniversite bitirmiş işsizlerin sayısının milyonlarla ifade edilir noktaya getirilmesi...
Patlama noktasına gelen dar gelirlilerin ramazan iaşesi ile kontrol altında tutulmaya çalışılması...
Kısaca geleceğimiz açısından umut kıvılcımının bile kalmaması gibi bir tablo ile karşı karşıyayız.
Adalet kan kaybediyor.. Ülkenin Ana Muhalefet Partisi Adaleti yollarda arar hale geldi.
Adaletin kırbacını her sabah toplumca sırtımızda hissetmeye devam ediyoruz. 
Atatürk’ün adını anmak bile yasak hale getirildi TSK'da... Üniversiteler darmadağın edildi. 
Gazetecilerin yazılarından dolayı, adaleti temsil edenlerce sopayla korkutulmaya çalışıldığı bir dönem... 
Ben de dahil, binlerce işsiz kalem, ailesini ayakta tutmakta zorlanırken, "Avrupa batıyor, çünkü onların Tayyibi yok" diye manşet atan gazeteciler lüks ve safahat içinde yaşıyor.
Dış politikada kaybedilecek kan bile kalmadı; 
Dün küfrettiğimiz İsrail artık iktidarın "Bize saldıracak" diye bizi korkutmaya çalıştığı bir güç haline geldi.
Dün uçağını düşürdüğümüzde efelendiğimiz Rusya'ya zeytin dalı uzatıp, 'yeniden flört edelim mi?' diye yalvarıyoruz, bize dayattıkları ekonomik yaptırımları kabullenmek zorunda bırakıldık.Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği'ne üye ülkelerin basın yayın kuruluşları Türkiye'nin adını değiştirdi, ülkemizle 'Tayyibistan' diye alay ediyorlar. İngiltere'nin Başbakanı çıkıp Türkiye'nin ancak 3 bin yılında AB'ye girebileceğini söylüyor. AB Türkiye defterini kapattı. Yani Dış Politika'nın dışlanma bölümü duruyor, politika bölümü ise çöpe atıldı.
Eğitim kan kaybediyor...
Huzur, barış, kardeşlik kan kaybediyor; Tepemizdekilerin barışa, huzura yönelik değil de, ayırımcı, ötekileştirici konuşmaları tabanda kavgalara, tartışmalara neden olmaya devam ediyor.
Rant hesapları bile dini ritüellerle süslenip insanlar dövülüyor, saldırıya uğruyor.
Bazı TV Kanalları, Kur'an-ı Kerim'de olmayan dogmaları farz, sünnet- Ayet, hadis gibi ambalajlara sarıp sarmalıyor ve zihinleri, kafaları karıştırmaya devam ediyor. Ömrü din eğitimi ile geçmiş, üniversitelerde kürsüleri bulunan Din Konusunda, İslam Konusunda kendini yetiştirmiş, doçent, Prof. olmuş insanlara ise bu kanalların ekranları kapalı. Çünkü indirilen dinin insanları uyandıracağını, uydurulan dinin ise ninniden daha etkili uyku aracı olduğunu onlar da biliyor. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez ülkede bir iç savaş çıkarılmak istendiğinden bahsediliyor. Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Namaz kılan-Kılmayan, Oruc tutan-tutmayan, tarikata giren-girmeyen diye paramparça edilmiş bir toplum yapısı var ülkemde.
Yıllar önce söylemiştim; "Türkiye bütün sorunlarını çözebilir. Yeter ki bölücülük ve terör konusunda gerekli önlemleri alsın" diye.. 
Ama bu gün aynı kanaatte değilim.
Çünkü, üst akıl diye adlandırılan ve biat kültürünü toplum katmanlarına yerleştirmeyi amaçlayan bir güç, besin kaynağının bölünmüş, parçalanmış bir toplumdan geçtiğini biliyor. O nedenle önümüzdeki süreçte de, toplumun hassasiyetleri ile oynanmaya devam edilecek. Demokrasinin olmazsa olmazları, yargı ve siyaset kurumlarına yönelik algı operasyonları yapmayı sürdürecek. Muhalefet kavramı vatan hainliği ile özdeşleştirilecek. Son sahnede de ila niha-i dokunulmazlığı getirecek ve tek adamlık, hatta halifelik gibi kavramlar hayata geçirilmek istenecektir.
Böylece Çağdaş demokrasi, Çağdaş Anayasa, Çağdaş ülke hayali kuranlar, 'hain' ilan edilecek ve Demokrasinin Cenazesini kaldırma görevi de onlara verilecektir.
Bu nedenle karamsarım. Bu nedenle umutsuzum. 
Bu nedenle ilk kez ülkemin geleceğinin karanlığı beni korkutuyor.
*
Bu konuya Kenan Özek 'den bir alıntı ile devam edelim...
"Kristof Kolomb ve sonrakiler, soyulacak yeni yerler keşfetmek için çıktıkları yolculukta İncil'i hep yanlarında götürdüler.
Her gemide mutlaka bir kaç din adamı da götürmüşlerdi.
Bunları yerli halkı kandırmak için kullanacaklardı.
Her gittikleri yerde  gördüler ki yerli halk çok dürüst, çok sıcakkanlı ve aşırı paylaşımcı. Yabancı misafirlere neleri varsa sunuyorlar. Ekmeklerini paylaşıyorlar.
Bunu gören İspanyollar anladılar ki, yerli halk çok çabuk kandırılabilecek cinsten ve üstelik üzerleri altın takılarla dolu.
Bu altınları alabilmek, çalabilmek için yerli halka her işkenceyi, her zulmü yaptılar.
Yetmedi toplu katliamlar yaptılar. 
Binlerce insanı meydanlara toplayıp ateşe verip topluca yaktılar.
Tüm bunlar olurken İncil ellerindeydi.
Papazlar yanlarındaydı.
Yerli halk her şeyini verdiği halde katliamdan kurtulamayacağını anlayınca bir kısmı çocuklariyla birlikte zehir içerek ya da kendini asarak gönüllü ölümü seçmeye başladı.
Yerli halk liderlerinden Hatuey intihar etmedi.
Adamlarıyla birlikte Haiti'den kaçtı. Küba'nın doğusundaki dağlara sığındı.
Gittiği bölgedeki halka altın dolu bir sepet gösterdi ve dedi ki;
"İşte bunlar, Hristiyanların tanrısıdır. Bunlar için bizim peşimize düştüler, babalarımızı, kardeşlerimizi, komşularımızı öldürdüler. Tanrımıza dua edelim, bizi bu soygunculardan kurtarsın" dedi.
Ama Tanrıları onları koruyamadı.
Ve Hatuey üç ay sonra yakalandı.
Onu bir direğe bağladılar.
Etrafını odunlarla çevirdiler.
Tam ateşe vermeden önce, istilacıların yanlarında getirdikleri rahip, Hatuey'e sordu:
"Eğer vaftiz olmayı kabul edersen seni cennete gönderebilirim. Orada ebedi huzura kavuşursun." 
Hatuey , Rahip' e sordu;
"Bu cennette Hristiyanlarda var mı" ?
Rahip "evet" dedi.
Hatuey,  "o halde cennetiniz sizin olsun" 
Ve odunlar ateşe verildi.
*
Bakınız kutsal dinlerin, kutsal kitapların, Peygamberlerin kullanıldığı yere bakın.
Cennet ve cehennem kavramlarının istilacıların, soyguncuların elinde ne hale getirildiğine bakın.
Düşünün ki, işgalciler, soyguncular, tefeciler ve bunlarla birlikte hareket eden din adamlarının elinden bu kutsal değerleri alıverseniz, yapacakları kötülükler yüzde 90 azalacak.
Oysa Din tüm bu kötülükleri önlemek içindi.
Günümüzün Hristiyan Batı dünyasına baktıkça, günümüzün Arap dünyasına baktıkça,
Günümüzün Musevi dünyasına baktıkça
ve günümüzün Türkiye'sindeki sahte dinci yüzlerce cemaatlere, tarikatlere baktıkça:
İnsanın Hatuey gibi, bu adamlara şöyle diyesi geliyor:
Bu anlattığınız  cennette siz de olacak mısınız.?
Evet, derlerse,
-Tamam o zaman ben gelmeyeyim...
*
Değerli okuyucular,
Dünyada uygulanan rejimlerin içinde, yurttaşa karşı en hoşgörülü rejimin adıdır Demokrasi.
Ama Demokrasi de, kendisini yok etmeye kalkışanlara karşı günü, yeri ve zamanı geldiğinde tavrını koyar, ki ayarları ile oynamamak gerekir.
*
Söz ,gazeteci Bekir Coşkun' da...
“Direnme hakkı” yasalarla verilmez…
Yasalar, direnme hakkını sadece tanır…
Ya da tanımaz…
Ama direnme hakkı vardır ve direnme hakkı ta doğadan gelir…
Canlı-cansız, yeryüzünde gördüğümüz her şey direnebilenlerdir, direnemeyenler çoktan gittiler…
Masa kenarındaki kedi yavrusunu ittir, henüz hiç düşmediği ve düşmenin ne olduğunu bilmediği halde direnir…
Oltaya gelen balığın çırpınışı, direnmesindendir…
Ağaçların her rüzgar eğdiğinde doğrulmaları, yaradılışlarına konulmuş direnme hakkıdır…
“Odun” de istersen…
Taş direnir…
Taş…
Toz-toprak; direnemeyen taşın un-ufak halidir…
Kendi bedenine bak:
Ateşte çekilen el…
Işıkta kısılan göz…
İğneyle irkilen beden…
İstersen nefesini tut; oksijen isteyen beyninin direnme hakkını göreceksin…
Demek istediğim; direnme hakkı demokrasinin, yasaların, devletlerin, parlamentoların, sosyal düzenlerin verdiği ya da aldığı bir hak değildir…
Direnme hakkı “var olma” hakkıdır…
Kedi yavrusundan ağaca kadar vardır…
Direneceksin…
Yuvanı yıktıklarında…
Çocuklarını elinden aldıklarında…
Ekmeğini çaldıklarında…
Sesini kıstıklarında…
Yeryüzünün; özgür, başı dik, çağdaş, gelişmiş, uygar, mutlu ve güvende bir bireyi olmana izin vermediklerinde…
Direneceksin…
Adaletsizliklere direneceksin…
Tuzaklara direneceksin…
Yalanlara direneceksin…
Sahtekarlıklara direneceksin…
Elinden değerlerini aldıklarında direneceksin…
Zulme direneceksin…
Yarasa gibi aydınlığa direnmek yerine… Hiç olmasa; bir ağaç, bir taş, bir kedi yavrusu kadar, var olmak için direneceksin.
*
'Yaşamayı anlamlı kılan üç şey vardır.'  diyor Sedat Demirkaya ;
Huzur, sağlık, bereket, başarı, zenginlik ve insanlığın diğer bütün özlemleri bu üç ulu ağacın gölgesinde hayat bulur: Onur, Ahlâk ve Adalet!
Unutma ki,
"İstiklal, İstikbal, Hürriyet, Herşey Adaletle Kaimdir..." Mustafa Kemal ATATÜRK...
01 Şubat 2025, 23:45
Suat Umutlu / Çivril


SUAT UMUTLU

2.02.2025 00:07:00

YAZARLAR


ADANASPOR PENDİK DEPLASMANINDAN PUANSIZ DÖNDÜ

ZİRAAT KAÜLTESİNİN 4 BÖLÜMÜ AKREDİTE EDİLDİ

250 BİN KONUT İÇİN 4 MİLYON 689 BİN BAŞVURU

ETHEM ÇALIŞKAN’I KAYBETTİK

RTÜK HALKI VE MEDYAYI CEZALANDIRMAKTAN VAZGEÇMELİ

TESBİHÇİLERDEN VALİ KÖŞGER’E ZİYARET

ÖZEKİCİ: KAPALI SULAMA SİSTEMİNE GEÇMELİYİZ

DEMİRSPOR’A MANCHESTER CİTY’DEN TEKNİK DİREKTÖR

“İŞ SAĞLIĞI VE UZMANLIĞI ONLINE KURSLAR 3 ŞUBAT’TA BAŞLIYOR”

BAYRAKTAR: OCAK AYINDA MARKETTE 41 ÜRÜNÜN 23’ÜNDE FİYAT ARTIŞI GÖRÜLDÜ, 18 ÜRÜNDE FİYAT DÜŞTÜ

VALİ KÖŞGER: EĞİTİM BİR TOPLUMUN KALKINMASINDA MİHENK TAŞI

“TARIMSAL ÜRETİMDE KATMA DEĞER YARATMAK ZORUNLU HALE GELDİ”

TÜRKİYE’NİN EN BAŞARILI GİRİŞİMLERİNİN LİSTELEDİĞİ ARAŞTIRMASI AÇIKLANDI

2024’TE 100 KONUTTAN 35’İ KADINLAR TARAFINDAN SATIN ALINDI

TGC: ABDİ İPEKÇİ’Yİ SEVGİ VE SAYGIYLA ANIYORUZ

SEYHAN NEHRİ

YÜREĞİRLİ ÇOCUKLAR TATİLDE EĞLENİYOR