Erkeklerde var mı ki, kadınlarda olsun.
Bu teşhise maruz kalanların büyük bir çoğunluğunun erkekler olduğunu, diğer tüm psikiyatrik teşhisler gibi, bu “bipolar” teşhisinin de, o sıkıntıları yaşayan kişilerin gerçek durumunu anlamaya faydası olmadığını, üstelik psikiyatristlerce iki uçlu bir durum olarak tarif edilen bu “bipolar” veya “manik-derpresif” dedikleri şeyin, aslında iki uçlu olmadığını, dolayısıyla baştan aşağı yanlış bir tanımlama ve teşhis olduğunu, “’Manik Depresif’ veya ‘Bipolar’ dedikleri…” başlıklı, önceki bir yazımda, ayrıntılı bir şekilde ele almıştım.
(https://www.facebook.com/204663569917580/posts/775909289459669?s=742593360&sfns=mo )
KADINLARIN TEPKİSİ
O yazıyı okuyan erkeklerden bir iki itiraz gelirken, kadınlardan çok daha fazla tepki aldım. Yaşadıkları ağır durumu küçümsediğimi ifade ediyordu bu kadınlar. Bilhassa “şımarıklık” altyapısının kendilerinde olmadığını, dolayısıyla öne sürdüğüm görüşlerin isabetli olmadığını söylüyorlardı.
Bunlardan birini, anlatmak istediğim şeyi çok iyi örneklediği için, paylaşıyorum:
<< Az önce bipolar hakkındaki yazınızı okudum. Bir bipolar hastası olarak sizin deneyiminize sahip bir bilim insanının tespiti beni şoke etti. Bipolar hastaları atak dönemlerinde yakınlarına yüksek oranda ihtiyaç duyan hastalar. Sizin tespitinizi ciddiye alacak hasta yakınlarının hastalığı küçümsemesi ihtimalini öngördüğüm için, bu mesajı özelden iletmeyi uygun gördüm. Ben 36 yaşındayım ve hayatım boyunca sorumluluğunu alıp yerine getirmediğim tek bir görevim yok. Buna başarılı eğitim hayatım ve çeşitli yöneticilik deneyimim dâhil. Hatta kendimde eleştirdiğim bir husustur, aşırı sorumluluk edinme ve buna bağlı kendime yaptığım işkence diye adlandırabileceğim hastalıklı stres durumu.
Atak döneminde algı realitesinde ciddi boyutta bir değişiklik yaşanıyor. Hiç durmayan bir beyin, ne kadar sağduyulu ve içgörülü direnç göstersen de, günler sonunda hastayı başka bir realiteye ikna ediyor. Böyle durumlarda benim bulduğum en dahice yöntem, susmak ve beklemek. >>
Şöyle cevap verdim bu mesaja:
<< Fark etmemişsiniz maalesef, ben erkekleri yazdım. Kadınlarda, klasik anlamda 'manik depresif' durum diye bir şey yoktur. Mesajınızda anlattığınız kendi durumunuz da zaten, erkeklerde görülen 'manik depresif' duruma uymuyor.
Erkeklerde 'şişmiş özgüvenle' (ve şımarıklıkla) ortaya çıktığını söylediğim 'görkem', kadınlarda 'zayıf özgüvenle' (ve ezilmişlikle) ortaya çıkar. Bahsettiğiniz 'aşırı sorumluluk' ve 'kendinize yaptığınız işkence' bu dediğim şeyin ipuçlarını veriyor.>>
Bunun üzerine, o da şöyle yazdı:
<
Altında yatan sebebin de büyük oranda cinsiyete, kolektif bilince ve atalardan kalan miras olduğunu düşünüyorum. Bu mücadelede ben korkularımla yüzleştikçe dışsal duruşum sağlamlaşırken içsel hezeyanlarımda anlamlı bir değişiklik olmadı. >>
Eğer dikkatli okuduysanız, yazıyı burada bitirebilirim aslında. Öne sürdüğüm vurguların nasıl doğrulandığını görüyorsunuz, değil mi?
YÜZLEŞME -1
Bu geniş ve kapsamlı bir kavram. Ömür boyu sürmesi gereken ve yaşamın her evresinde ihmal edilmemesi gereken bir şey.
Yüzleşmenin en önemli olduğu evre ise, 18-25 yaş dönemi.
“’Şizofreni’ dedikleri…” başlıklı, önceki bir diğer yazımın son bölümünde, şunları yazmıştım:
<< Biliyor musunuz, tüm “psikiyatrik teşhis durumları” en yoğun olarak 18-25 yaş aralığında ortaya çıkıyor. Neden? Bireyin aileden ayrışmaya başlayarak kendi kişiliğini kuracağı, yolunu bulacağı en önemli yaş dönemi bu da ondan. Hep ergenlik döneminin öneminden dem vurulur, uzmanlar hep bunu öne çıkarırlar. Evet, önemlidir önemli olmasına, ama o kadar da kritik öneme sahip değildir.>>
(https://www.facebook.com/204663569917580/posts/782613872122544?s=742593360&sfns=mo )
Ergenlik, uzmanların ve dolayısıyla onları dinleyen ebeveynlerin abarttığı, yanlış yorumladığı bir evre.
Çoğu birikmiş sorun, bu evrede görünür oluyor. Söz gelimi, sorumluluk bilincinin zayıflığı, iç-disiplinin gelişmemiş olması, özdenetim becerilerinin yaşın geride kalması, ve tüm bunların kaçınılmaz sonucu olarak yaşa uygun “olgunlaşmanın” gerçekleşmiyor oluşu, ergenlik döneminin ilerleyen yıllarında, yani 14-15 yaştan itibaren, bireyin “kendini yönetmesini”, yaşamını “bağımsızlaşarak idare etmesini”, ciddi anlamda zora sokuyor.
İşte, bu kendini yönetme sorunu giderek açığa çıktığında, adına ”depresyon” dedikleri şeyden tutun, adına “şizofreni” dedikleri şeye kadar, görece daha kolay baş edilebilir olandan, görece baş edilmesi çok zor olana kadar bir dizi sorun, o bireyi vuruyor.
Ergenlik döneminin en belirgin meselesi, “kimlik”, daha spesifik olarak da “cinsel kimlik” olarak ortaya çıkar. Bu kimlik meselesi, ergenlikle belirgin hâle gelir, ama ergenlik sonrasında da önemini korur; ergenlik dönemi kapanıyor olduğunda, bu mesele hemen kapanmaz.
Dolayısıyla, ergenlikle ilgili sorunların daha çok bu çerçevede değerlendirilmesi uygundur.
Oysa, “birikmiş sorunların”, ergenlik döneminde açığa çıkıyor olmasının, ergenlik dönemiyle direkt bir ilişkisi yoktur. Bu birikmiş ve ihmal edilmiş sorunların, zamanlama olarak ergenlik döneminde ortaya çıkması, çocuğun “idrak” kapasitesinin artmasıyla alâkalıdır; bu da temelde “büyümenin doğal bir sonucudur.”
İşte, uzmanların ve ebeveynlerin karıştırdıkları nokta da burasıdır. Zamanlamanın ergenlik döneminde olduğunu görür görmez, tüm bu sorunları ergenliğe bağlı sorunlar olarak etiketlediğinizde, başka hiçbir şeye bakmazsınız, ve maalesef çözüme yönelik yapabileceğiniz çoğu şeyi atlamış olursunuz; o kayıp yılların acısı da 18 yaş sonrasında çok fena çıkar.
Uzman dilinde çok sık şunu görürsünüz: “Yok canım, öyle önemli bir durum yok, bunlar ergenlik döneminde olabilecek şeyler, birkaç yıla kalmaz geçer bunlar.”
Bilhassa ergen-ebeveyn çatışmaları için söylenir bu. Ergenin tavırlarının alttan alınması tavsiye edilir. Hatta, çok trajik bulduğum bir başka şey daha söylenir: “Ergenin bağımsızlığını oluşturma sürecinde, bu çatışmanın olması çok iyidir; bu çatışma yoksa korkmanız lâzım asıl.”
Trajik diyorum, zira, psikoloji ders kitaplarında bile rastlayacağınız bu görüşün, hiçbir somut dayanağı yoktur. Söz gelimi, bu çatışmayı yaşamamış ergenlerin ileride bağımsızlıklarını bir türlü oluşturamadıkları yönünde bir araştırma bulgusu yoktur. Keza tersine, bu çatışmayı yaşamış olan ergenlerin, ileride çok başarılı bir şekilde bağımsızlaştıklarını gösteren herhangi bir araştırma bulgusu da yoktur.
Burada altını kalın kalın çizerek vurgulayacağım: Ergenlik döneminde ergen-ebeveyn çatışması yaşanıyorsa, bu, birikmiş sorunlara işaret eder; bu, ergenliğe yüklenecek bir “doğal süreç” değildir.
YÜZLEŞME -2
Birey, 18-25 yaş aralığına geldiğinde, artık “kişiliğinin”, yaşamını idare edecek donanımda olup olmadığı açığa çıkacaktır. Artık ailesinin yanında da değildir. Üniversite dönemini ailesiyle birlikte aynı şehirde yaşıyor olsa da, artık ailesi, ergenlikteki ailesi değildir. Bu yaşlar, “ayrışmanın” yaşanacağı yaşlardır.
Birçok şeyi kendi başına yürütmek, halletmek, kendi kararlarını almak ve uygulamak zorundadır. Sosyal ilişkilerinde de, üniversite öğrencisi ise öğrenciliğin sorumluluklarını yerine getirmekte de, meslek seçmek, meslek edinmek, iş bulmak, girdiği işte işin gereklerini yapabilmekte de, yani tüm somut yaşam faaliyetlerinde de, artık kendi başınadır.
Diğer bir deyişle, “kişilik” diye çoğu zaman pek içini doldurmadan telaffuz ettiğimiz şey, yaşamımızı yönetmek adına hangi yaşam becerileriyle kendimizi donatmış olup olmadığımızla ilişkilidir. Bu donanımı güçlü kılacak da, elbette o güne kadar ailemizin (ebeveynlerimizin) bize yaşattığı “deneyimdir”.
Şimdi, “bipolar” meselesine baktığımızda, erkeklerin hangi “şımartılmışlık” altyapısıyla “görkeme” kaydığını ve bunun sonucunda da, olmayacak hedeflere yöneldiklerini daha önce belirtmiştim. Bu “görkemin” kaçınılmaz sonucu “hayal kırıklığıdır” ve her hayal kırıklığı, ciddi moral bozukluğu ve motivasyon kaybı demektir. Yaşadığı şeyin ne olduğuyla yüzleşmesini sağlayabilirseniz, yeni bir “olgunlaşma süreciyle”, bu kendini tekrarlayan durum, bu tekrar yüzünden iki uçlu olduğu zannedilen durum, başarıyla alt edilir.
Kadınlara baktığımızda ise, yine “görkem” kendini gösterir. Ama altyapısında erkeklerdekine benzer bir durum nadiren görülür.
“Hiperaktivite ve Dikkat Eksikliği” (HADE) denen durumun, baskın bir şekilde erkeklerde görüldüğünü, daha önceki yazılarda belirtmiştim (HADE, bir kıza karşılık dokuz erkekte görülür). Yine “’Manik-depresif’ veya ‘bipolar’ dedikleri…” başlıklı yazıda, küçüklüklerinde HADE teşhisi konmuş erkek çocukların, ileride “bipolar” teşhisiyle karşılaşma olasılıklarının da çok yüksek olduğunu belirtmiştim.
Kadınlarda da, kimi zaman “şımartılmışlık” vardır. Onlar da, benzer risklerin içinde olacaklardır. Fakat, hemen her zaman, erkek çocuk ve kız çocuk, kız çocuk şımartılıyor olsa da, benzer şekilde yetiştirilmez. Örneğin, ilk yıllarda şımartılmış olsa da, kız çocuğa bazı sorumluluk gerektiren şeyler öğretilir.
Ama kritik farklılık başka bir yerdedir: Kız çocuğu büyümeye başladığı yaşlardan itibaren, bilhassa 15 yaşından itibaren, erkek dünyasının gerçekliğiyle karşılaşacaktır. Bu, ergenlik dönemindeki fiziksel gelişimle paralel olarak, en başta cinsellikle ilgili konularda önüne çıkarılacaktır; ama bundan daha önemlisi, yaşamdaki yerinin erkeğe kıyasla geride olduğu hissettirilecektir.
Eğer, aile içi ilişkilerde süregelen sıkıntılar, çatışmalar, suistimaller, ve üstüne üstlük çocuğa yönelik yetersiz rehberlik varsa, ve bir de rekabetçi ve kontrolsüz hırs da buna eşlik ediyorsa, o kız çocuğunun 18 yaş sonrası yaşam mücadelesi çok zorlu geçecektir. Başarılı olmak için kendisine çok yüklenecek, erkekteki “görkemin” aynısı olmasa da, kendisini “görkem duygusunun” ortasında bulacaktır.
Erkeklerde, başarısızlıklar sonucu daha keskin kendini gösteren “bipolar” dedikleri durum, kadınlarda başarılı olduğunda bile kendini gösterebilir. Örneğin, yazının başında paylaştığım bana yazan kadının ifadelerine dönüp bakarsanız, bunu görebilirsiniz.
O paylaşımın ardından, boşuna “yazıyı burada bitirebilirim,” dememiştim zaten.
YÜZLEŞME -3
Kadın veya erkek, yaşadıklarıyla yüzleşmeyi öğrenmek zorunda.
Dün, bir alıntıya rastladım sosyal medyada. Asıl adı James Neil Hollingworth olan (1933-1996), ama Ambrose Redmoon adını kullanmış yazar, şöyle demiş:
“Cesaret, korkusuzluk demek değildir, yaşamınızda çok daha önemli başka bir şeyin varlığını görüp korkunun üstesinden gelme kararınızdır.”
(Courage is not the absence of fear, but rather the judgement that something else is more important than fear.)
Canınız biraz yanabilir, yüzleşme, sahici yüzleşme, kolay değildir. Korkup geri adım atabilirsiniz. İlaçla devam ettiğinizde, giderek bu yüzleşme olasılığı da kaybolur. Görüştüğüm, yazıştığım kişilerin çoğu, bu yüzleşmeyi yaptığını ifade etmiştir bana. Ama biraz ayrıntıya girdiğimizde, hep “teğet geçtiklerini” görmüşümdür.
Çünkü, ana meselelere yaklaştıkça korkuları da artıyor ve kaçıyorlar. Yine gerçek yüzleşmeye yaklaştıkça, kendilerini daha kötü hissetmeye başlıyorlar ve yine korkup kaçıyorlar. Oysa, biraz sabretseler, biraz direnebilseler, yüzleşmeye yaklaştıkça artan kendini kötü hissetme hâli, yüzleşme tamamlandığında kaybolacak.
Ambrose Redmoon’un sözlerinden ilham alarak, sizlere cesur olun demiyorum, korkunuzun üzerine gidin, orada çok daha değerli bir şeyler var, diyorum.
İnsanın yaşamına sahip çıkması “aktif irade” ile olur; bu da “bilincinizle” yürüteceğiniz yüzleşmede, korkunun üstesinden gelmenizi sağlayacaktır.
Üstün Öngel
10 Ağustos 2019, Adana