Zaman var mı, hareket var mı, değişim var mı, değişim ve hareket belli bir yöne sahip mi, hep ileriye mi gider yoksa geriye doğru da gider mi, geriye doğru giderse ne olur? Zamanın, hareketin, değişimin ilke ve nedenleri nelerdir; zamanı, hareketi, değişimi ne, kim yönlendiriyor? İnsan içinde bulunduğu tarih ve şartlar içinde tarihini yazıyor da bu tarih yazımında, bu toplum kurgusunda “fikirlerin/idelerin” yeri nedir? İnsan fikri; bir gelenek, zümre, fırka/güç veya sınıf tarafından veya bunların bir bloku tarafından ele geçirilebilir mi, dikte edilebilir mi, en azından maniple edilebilir mi? Edilirse, bunun sonuçları ne olur? Muhafazakarlığın, dini muhafazakarlığın, dahası doğrudan dinciliğin çocukların ve toplumun fikrinin, görüşünün, görüsünün, ufkunun yerine geçirilmeye çalışıldığı hallerde ne olur? Hele de bu din, mevcut tanımlanmış norm ve gelenekleri dışında tüm yaratıcılığı olumsuzluyor, kendi norm çizgileriyle sınırlıyorsa?
MEB, meslek liselerini metalaştırmaya/ticari ürün yapmaya ve özelleştirilmeye, MESEM çıraklığı okul sayıp yaygınlaştırmaya, 7.-8. sınıf düzeyinde zanaat atölyeleri açarak çıraklığa yönlendirmeyi ortaokul düzeyine çekmeye, en son meslek ortaokulları açmaya yönelik adımlarını sürdürüyor.
Dahası çıraklık ve mesleki terbiye için “fütüvvet ve ahilik”i ana modeli/felsefesi saydığını şûra kararlarına, vizyon belgelerine, ders programlarına yazmış bulunuyor.
Tarihi olan her şey iyi, güzel, hoş olsa idi bugün hiçbir sorunumuz olmazdı. İyisi ile kötüsü ile tarihi tarih olarak okumakta ve dersler çıkarmakta da bir sorun yok.
Ama bu iş biraz başka, tarihi olanı tarihi bir deneyim değil güncel bir model saymada sorun. AKP’nin, İTO’nun (Daha önce onlar da basmışlardı), Aydınlar Ocağı, genel olarak dini muhafazakar grupların eğitim modeli diye öne çıkarttığı “fütüvvet ve ahilik” geleneğinin ne anlama geldiğine dair hiçbir eleştiri ve değerlendirme yapılmadan OLUMLAYARAK bunu çıraklık ve mesleki terbiyenin modeli saymasında. İmamoğlu yönetiminde İBB İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü de Abdülbâki Gölpınarlı’nın fütüvvetname çevirilerini/makalelerini “Fütüvvet ve Fütüvvetname Makaleler” başlığı ile 2022 yılında basmış durumda.
Gölpınarlı’nın yaptığı çok yerinde akademik çalışmalar, iyi ki bu fütüvvetnameleri araştırmış, bulmuş, çevirmiş, yayımlatmış. Bunların hepsi önemli vesikalar, önemli olaylara doğrudan kaynak niteliğinde.
Fütüvvetin/ahiliğin çocuk, insan, esnaflık, iş, meslek, dünya anlayışının anlaşılması için Abdülbâki Gölpınarlı “Fütüvvet ve Fütüvvetname Makaleler” kitabında ilk sırada yer verilen 13. yüzyıl başlarına ait Harputlu Nakkaş İlyas oğlu Ahmed’in Tuhfat- al-Vasâyâ başlıklı Arapça fütüvvetnamesinden bazı küçük pasajlar aktaracağım.
“Adamlık ve erlik manasına gelen “mürüvvet” kelimesiyle gençlik, yiğitlik ve cömertlik manalarını ifade eden “fütüvvet” kelimesi, esas itibarıyla tasavvufa dayanan, fakat ayni zamanda iktisadi teşekkülleri de kavraması ve sanat erbabını teşkilâtlandırması bakımından ekonomik bir hüviyet de taşıyan ehl-i fütüvvet tarafından daha şümullü mânalara alınmış ve bir terim olmuştur. Bunlarca mürüvvet, fütüvvetin esasıdır, fütüvvetse mürüvvetin sonudur. Bu bakımdan her mürüvvet ehli, fütüvvet sahibi değildir, fakat her fütüvvet ehli, mürüvvette en ileri dereceye varmıştır. Arapçada fütüvvet ehline “fetâ, fityân”, bunların şeyhlerine “abu-l-fityân, seyyid-al-futuvva” dendiği gibi Farsçada fütüvvet ehli “fütüvvet-dâr, cüvan-merd, fetâ” adlarıyle anılmış ve yollarına Arapçada “al-futuva”, Farsçada “fütüvvet” denegelmiştir.Fütüvvet ehlinin şeyhlerine “ahı” da dendiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Bu kelimenin, Türkçe “akı” kelimesinden geldiği söylenebilir (Mahmud-ı Kâşgarî: Dîvânu Lûgaat-al-Türk, İstanbul Matbaa-i Âmire basımı, c. I, s. 48).(Gölpınarlı, 2022, s.19).
Çok öz olarak Arap ve Acem geleneklerinden Selçuklu ve Osmanlı’ya geçmiş, kökleri Hıristiyanlığa, daha eski Zerdüşti geleneklere, belki daha da eskilere giden, içeriği Müslümanlıkla yeniden biçimlendirilmiş, Selçuklu döneminde 13. yüzyılda Anadolu’da da çok etkili olmuş hem kültürel/normatif/mistik tasavvufi (tekke ve zaviyeler) normatif düzen hem de feodalite/lonca türü askeri ve mesleki örgütlenme tarzını oluşturmaktadır. Modern dönemlerle birlikte, özellikle de 1908 Hürriyet Devriminden sonra resmi niteliğini kaybetmiştir.
Bugün konu edinmemiz, bu tarihi olguyla ilgili değil güncel ile ilgilidir. AKP, Milli Görüş, dinci çevreler yeniden resmiyet kazandırmakta ve dahası eğitime okula model saymaktadırlar. Gerçekten çağdaş bir seçenek oluşturabilir mi, uygulama ile ilgili birkaç kısa pasaj bunu anlamaya yeter.
Fütüvvet her şeyden önce söz ile, bağlılık ile, biat ile başlıyor. Bunun pekçok ritüeli var. Eski geleneklerde ve Hıristiyanlıkta “şarap içme” müslümanlıkla “süt içme” ritüeline, “tuzlu su”ya, şerbete” dönüşüyor, içerik aynı kalıyor.
“Şürbî olanlar, kalkıp sahibin adına tuzlu şerbet içer. Bunun aslı şuradan gelmedir: Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce fütüvvet sahiplerinde sahip adına şarap içilirdi. Ebû-Cehl o zamanlar fütüvvet sahibi olmakla tanınmıştı. Dörtyüz kişi onun adına şarap içmişti. Peygamber o vakit gençti. Gençlerden kırk kişi, Peygamberde çağdaştı ve daima beraber bulunurlardı. Tanrı rahmet etsin, Mustafa’ya ya Muhammed dediler, zâhir ve bâtına ait her hususta kutlu ayağınızın bastığı toprak bile Ebû-Cehl’in varlığından daha yücedir, daha iyidir. Sizin cana canlar bağışlıyan vücudunuz varken o, fütüvvet sahipliği süsünü takınmada. Biz de sizin kutlu adınızla fütüvvet yoluna girmek istiyoruz. Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber aramızda şarap kullanmamız doğru değil buyurdu ve tuzlu suyu koydu. Onlar da Peygamber’in kutlu adına tuzlu şerbet içtiler.”
(…) “Bu bakımdan sahabe, ulu Tanrının “Ağaç altında sana bîat ettikleri zaman, Tanrı o bîatta bulunan îman sahiplerinden razı oldu” buyurduğu gibi (LVIII, al-Feth, 18) bîat ettikleri zaman Peygamber, sahabeye süt verdi. Efendimiz, bilginler ve fetâlar Padişahı Urumyalı şerîat ve dîn İmâd’ından (İmâdeddin) duydum, Tanrı faziletini daim etsin, dedi ki: Şeceremizde, yâni Tanrı azîz ruhunu kutlasın, Şeyhler şeyhi, kutupların kendisine uydukları, yol erlerinin mürebbisi saygı değer Şeyh Şihâb-al-milleti valdin (Şihâbeddin) Sühreverdî’nin şeceresinde şöyledir. Şeyh, tarîkat, şerîat, hakıykat ve fütüvvette kemâl sahibiydi. Fütüvvette de nisbeti cihan halîfesi Nâsır Halîfe’ye ulaşır. Kendi eliyle şöyle yazmıştır: Tanrı yüzünü tekrim etsin, Emîr-al-mü’minîn Ebû-Tâlib oğlu Alî, tuzlu su verirdi. Bu zayıfın zannı şudur ki, Tanrı razı olsun, Ebû-Derdâ’, buna kızdı, Tanrı rahmet etsin Resûl, bîatta süt verirken sen neden bu bid’atı koydun? dedi. Emîr-al-mü’minîn zararı yok buyurdu, güzel bir bid’at. Her yerde süt bulunamaz, halk mahrum (227. a) kalır. Fakat sunulursa süte birazcık tuz atılması da gerektir ki, bu suretle her iki kavil yerine gelmiş olur.” (s.171-172)
Güncel bir bağ kurulursa, kız istemede tuzlu kahve geleneği bu ahilik geleneğinin uzantısı mı, “fedailik” başta olmak üzere daha hangi gelenekler fütüvvet ve ahilik ile ilgilidir, bunların araştırılması gerekmektedir.
Biat 5-6 yaşlardan başlıyor. Ritüelleri, uzun duası var:
“Özetle “Kavlîyse hutbeyi “Yoksullar hizmetçisinin” cümlesine kadar okur ve “Tanrı fütüvvetini daîm etsin ve mürüvvetini arttırsın, fütüvvet sadrı, mürüvvet sahibi, kardeşlik dolunayı filân ahının adına” der. Bütün bunları söylemeden âcizse “Hamd âlemlerin rabbi Tanrıya. Rahmet ve esenlik Muhammed’e ve tertemiz ehli beytiyle bütün sahabelerine. Durdum, sonsuz günahlarıma istiğfar etmede, Tanrının emrine ve nehyine uyup kulluk etmiye, Mustafâ’nın sünnetine uymıya, analarla babalara muti’ olmıya, Murtazâ yolunu korumıya, yücelik cüvan-mertleriyle sâlihlerin arasında ve kapısında fütüvvet sadrı, mürüvvet bedri, Tanrı başarısını daîm etsin, filân ahı adına” der ve gidip onun elini öper.” (Gölpınarlı 2022, s.174)
Yani sahibe biat ve bağlılık yemini etmiş olur.
Çıraklığa/adamlığa kabul için fütüvvet libası (şalvar) töreni bulunmaktadır.
“Fütüvvet kardeşi olanlar halka olurlar (228. b). Sahiple terbiye de, kalktıkları zaman dönmeleri ve kıbleye karşı uçkur bağlamamaları için kıbleyi sol yanlarına almak şartiyle halkanın ortasında yere otururlar. Kıbleye karşı otururlarsa şalvar giyerken kıbleye saygısızlık göstermemek için ayakların uzatılmaması ve ayak tabanlarının yere dayanması gerektir. Önce sahip, terbiyenin beline, şalvarının üstünden bir peştemal kuşatır. Ondan sonra oturup kendi şalvarının önce sol ayağını çıkarır ve üstüne sol ayağını kor. Sonra sağ ayağını çıkarır ve o şalvarı, önce sağ ayağını, sonra sol ayağını paçasından tutarak terbiyeye giydirir. Bundan sonra tebriye kalkar, kıbleye döner. Sahibi de elini peştemalın altına sokup onun uçkurunu bağlar. Terbiyenin evvelki şalvarı, diğer armağanlarla beraber sahibe aittir. Sahibin, şalvar giydirirken kendi şalvarını çıkardığı zaman iç doniyle kalmaması için birbiri üstüne iki şalvar giymesi münasiptir. Sahip, terbiyeye şalvar giydirip fütüvvet icazeti verdiği zaman terbiyenin de kudreti yettiği kadar ona armağanlar sunması gerektir. Şalvar ne pek bol olmalı, ne de pek dar. Öyle ki, paçasından abdest bozmak imkânı olmamalıdır. İlk şalvar giyen, Tanrı rahmet etsin, İbrâhîm Halîl’di. İlk konuk ağırlıyan da oydu. Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber “ilk olarak konuk konuklıyan ve ilk şalvar giyen İbrâhîm’di” buyurmuştur. “Fetâlık, cüvan-mertlik, ancak şalvarla olur” denmiştir. Mânası da şalvar emanetini korumalarını ve harama uçkur çözmemelerini tenbihtir.” (Gölpınarlı 2022, s.175)
Fütüvvet ehli üç dereceye ayrılmaktadır: Şeyh Şeyh-i Temessük, Şeyh-i Tahallûk, Şeyh-i Teberrük. Fütüvette pirler üçtür: Kavlî, Şürbî, Seyfi Pîr. Esnad sahipliği çok önemlidir.
Fütüvvete giriş sebepleri de üç grupta sayılmaktadır: Sened ve zaruret sahibi, itikat ve muhabbet sahibi, ikbâl ve himaye sahibi.
Burada en önemlisi sahiplik-terbiyelilik (sahip-çırak) ilişkisidir, dahası sahip değiştirilemez: “fütüvvetin iki kısmı şeref ve teberrük hükmünde olup senetleri kuvvetlendirme mahiyetindedir. Sahip, gerçekte ilk sahiptir, eğer fütüvvete müstahaksa ve fütüvvet şartlarını anlatırken söylediğimiz şartları haizse. Fakat bir kimse, esasen fütüvvete müstahak birisinin terbiyesiyse ve sonra gidip bir başkasına terbiye olursa eğer o ikinci sahip, onun başka birine intisabı olduğunu bildiği halde kabul eder ve bunu câiz görürse terbiye de merduttur, ikinci sahip de.” (Gölpınarlı, 2022, s.176).
Fütüvvet ve ahiliğin kapsayıcılığı nedir, kimler kabul edilebilir, bununla ilgili de çok açık ırkçı ayrımcı hükümler bulunmaktadır:
“Tanrı rahmet etsin, der ki: Bu yola giren ve kıble ehlinden olan her kişiye ulu Tanrının emirlerini tutmak ve Tanrı esenlikler versin, Peygamber’in sünnetine uymak gerektir. Fütüvvet sahibi, padişahın yardımcılarındansa ve kılıç sahibiyse onun fütüvveti sâbittir, çünkü din yardımcılarından ve Müslümanlara huzur verenlerdendir.68 Ancak, Tanrı rahmet etsin, Peygamber’in “Ümmetimden on bölük, tövbe etmedikçe cennete giremez” buyruğunda bildirilen on taife, bu hükümden dışarıdır ki asıl kitapta bunlar anlatılmıştır. Şedd bağlanması, fakat tekfiyesi caiz olmıyanlar, çocuklardır ki bunlar ergenlik çağına girinciye dek tekfiye edilmezler, fakat şedd kuşatılması caizdir. Köle de ancak azad edildikten sonra tekfiye edilir. Köleye, efendisinin izni olmadıkça şedd de kuşatılamaz. Şeriatte fâsık olanlara da, islâm olduklarından şedd kuşatılabilir, fakat fâsık oldukları cihetle tekfiyeleri caiz değildir. Şedd kuşatılması da tövbe etmesi ve tâata dönmesi ümidiyledir. Kadınla erkeği buluşturana gelince: Onun fütüvveti esasen sahih olamaz. Bedeninde bir kusuru olanla kızıl saçlı, kaşlı ve kirpikli, gök gözlü ve yüzünde benekler bulunan kimseye de fütüvvet verilemez ve bu, Tanrı rahmet etsin ve esenlikler versin, Peygamber’den rivayet edilen merfû’ hadisle sabittir.69 Bid’atı benimsemiş olanla kötülük eden er, kadın ve müşrik de fütüvvete kabûl edilemez. Ulu Tanrı’nın, fütüvvet mânalarının incelikleriyle hususiyetlendirdiği muhakkık şeyhlerimizce bunların fütüvveti, fütüvvet mezhebinde doğru değildir.” (Gölpınarlı, 2022, s.147).
İrdelenecek söylenecek çok şey var.
Şu ama çok açık ki, fütüvvet ve ahilik bugüne model olamaz.