Değerli okurlarım. Yine ciğerlerimiz yandı. Ülkemizin çeşitli yerlerinde çıkan “Orman Yangınları” hektarlarca dönüm ormanı kül etti. Tüm haberde bunmları okuduk, dinledik, seyrettik. Tepki var mı? Yok! Ateş düştüğü yakıyor sadece.
Yazdıklarım ümitsiz bir yaklaşım. Ancak pek öyle de değil. Basınımız yeterli tepkiyi gösterdi. Aşağıdaki yazı bunun örneği. Misafirimiz “Cumhuriyet gazetesin”nden Eren Aysen. Makalemin başlığı “Bir yangının külü…”
“Yanıyoruz. Hem de birer ikişer değil, azar azar değil, biner biner. Çeşit çeşit ağaçlar var nefessiz kalan, için için yanan. Binlerce canlı var ormanda yaşayan. Dünyanın bize sunduğu doğayı bir avuç rant uğruna talan edenlere sözümüz olmasın mı? Orada yaşayanları evlerinden barklarından ayrılmak zorunda bırakan, malını mülkünü heder eden bu yapılanlamaya gözyaşı dökmekten yorulduk. Alyapıyı bir türlü sağlayamayan bir elektrik şirketinin yangınlarda pay sahibi olduğu iddia ediliyor. Bunu soruşturacak, üzerine gidecek bir Allahın kulu yok mu?
Temmuz kapıyı çalır çalmaz sürüklenirim bambaşka bir iklime. 29 Haziran günü annemin doğum günü olduğu için son aile buluşmamızı hatırlarım. Sonra babamın Sivas’a gidişini. Yaklaşık bir hafta süren bu sıkıntılı dönemden her defasında çıkmak için zorlarım kendimi. Çaldığım kapılanr açılmaz, yürek kırgınlığım artar, çaresizlik duygusu ağır basar. Ancak, otuz iki yıldır ilk defa böyle bir umutsuzluk duvarına çarpıyorum. Tanıdıklarımızın içeride olduğu, adalet mekanizmasının işlemediği, her sabah bugün farklı olsun diye gözlerimizi açtığımız dünyanın iyi haberler vermediği, iç sıkıntımızın çoğaldığı, yalanın, riyanın yanı başımızda çöreklendiği, sevdaların talan edildiği bir hayatta payımıza düşen sadece nefes almak olmamalı.
*
Bu senenin belki de içi sıkıntıma biran da olsa çözüm aramama yardımcı olan, Hopa’daki 2 Temmuz anmasıydı. Bu nedenle Hopa Belediye Başkanı sayın Utku Cihan’a teşekkür etmeyi borç bilirim. Konuşmayı yaparken Hopa’daki denizin uçsuz bucaksızlığına kapıldım. Bir Ankaralı olarak bozkıra bakmayı sevmeyi öğreniriz biz. Nitekim bir eylül günü Sivas katliamının son duruşması vardı, yine bozkıra sevgiyle bakmayı çalıştığım gündü. Sonbahar başkente çok yakışır, at kestaneleri krallığını ilan eder sokaklarda. Oysa eylül, 12 Eylül’ün bıraktığı gözyaşlarıdır. Bu yüzden babam Behçet Aysan’ın da kitabının adıdır. “eylül”. Eylül, bir de öldürülmüş şairlerin ve ozanların ah ettiği aydır. Çünkü siyasi katliamın faillerin hukuk önünde zaman aşımına uğradığı o yaman gündür. Siz hiç mahkememe sonunda çaresizlikten utanan biri gördünüz mü? Ben gördüm. O gün evladını kaybetmiş bir annenin gözyaşlarında boğuldum. Karar açıklandıktan sonra soluksuz kaldım. Peki kendi utancımı ne yapacaktım? Nereye gömecektim? Bilemedim. Öylece kaldı o utanç bende.
*
Bu ülkede çok sayıda siyasi cinayet yargılaması zaman aşımına uğradı, her şey gözümüzün önünde yaşanırken bir “bilirkişi”ye dönüşüyorsunuz. Antik Yunan mitolojisinde Kassandra vardır. Kör kahin olarak nitelendirilir. Gerçekleri görür, falakete uğrayacakları uyarır, ama kimseyi inandıramaz. Onun ıstırabından doğan trajidisi de etrafındakileri ikna edememesinde saklıdır. Siz de bilirkişi olarak yaşanacakları bilirsiniz.
*
Biraz daha derinlemesine anlatmaya çalışayım: Babanız bir imza gününe katılmak ve okurlarıyla buluşmak için başka bir kente gidiyor! Bir derdi daha var: Pir Sultan çalışıyor; yeni kitabı için Banaz’a gitmek istiyor. Katılacağı etkinlik arzusunu gerçekleştirmek için biçilmiş kaftan. Dahası var: Buluşma Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkısıyla yapılıyor! Ve edebiyatçı arkadaylarıyla katıldığı imza gününün ortasında “kahrolsun laiklik, yaşasın şeriat, Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” sloganları eşliğinde yakılıyor. Ve o dava tam 30 yıl sonra zamanaşımına uğruyor. Tıpkı başkaca siyasi cinayetlerde olduğu gibi.
*
Şunun altını çizmekte fayda var: Cezasızlık olduğu ülke içerisinde başka cinayetlerin işlenmesine, başka katliamların yaşanmasına neden olur. Dahası büyük bir güvensizlik ortamı yaratır. Aydınların öldürülüp sadece tetikçilerin yargılandığı karmaşık ortam, bu güzelim ülkeyi karanlığa kötürür.
*
Oysa bizim karanlığa değil aydınlığa ihtiyacımız var. Babaları öldürülen çocuklara, eşleri öldürülen kadınlara değil, ülkenin geleceğini inşa eden bireylere ihtiyacımız var. Zalimliğin değil demokrasinin egemenlik kurduğu güzel günlere ihtiyacımız var. Adalet dağıtılan salonlara ihtiyacımız var Yangınlarla kavrulan değil, ceylanların koştuğu ormanlara ihtiyacımız var. Rantın her şey olmadığı bir dünyada, önüne her geleni ortadan kaldıran, örneğin şehir plancılarını sistem dışına değil yaşam alanlarımıza koyan bir düzene ihtiyacımız var. Bir dilim ekmek için çırpınan bir ananın gözyaşına değil, gülüşüne ihtiyacımız var. Sömürüsüz, sınıfsız bir hayatın kendi yolunda akan bir nehir gibi çağıldamasına ihtiyacımız var.
Bir gün başarır mıyız dersiniz?”
Bugünlük de bu kadar!