Torino’da soğuk bir kış sabahı. Uzun paltosunun yakasını kaldırmış bir adam ağır adımlarla yürüyordu. Friedrich Nietzsche’ydi, adam. Geceleri uyku yerine fikirlerle boğuşan, zihni bir fırtına gibi durmadan esen filozof. O sabah, zihninde başka bir şey daha vardı: Bir kırılmanın eşiğine gelmiş bir ruhun yorgunluğu.
Torino’da soğuk bir kış sabahı. Uzun paltosunun yakasını kaldırmış bir adam ağır adımlarla yürüyordu. Friedrich Nietzsche’ydi, adam. Geceleri uyku yerine fikirlerle boğuşan, zihni bir fırtına gibi durmadan esen filozof. O sabah, zihninde başka bir şey daha vardı: Bir kırılmanın eşiğine gelmiş bir ruhun yorgunluğu.
Torino’ya geleli birkaç ay olmuştu. Bir oda kiralamış, günlerini son eserlerini yazmakla geçiriyordu. Geceleri neredeyse hiç uyumuyor, uykusuzluğun yarattığı boşluğu ateş gibi düşünceler dolduruyordu. Adeta artık yazdıklarıyla değil, onları taşıyan ruhuyla savaşıyordu.
Arada sırada sokağa çıktığında, Torino halkı onun gözlerinden taşan o tuhaf ışıltıyı, büyük bir acının izlerini fark ediyordu. Ama zihninde olup bitenleri kimsenin anlaması mümkün değildi.
O sabah, düşüncelerini biraz olsun dinlendirmek için sokakta yürümeye karar verdi. Soğuk havada yürümek onu hep rahatlatmıştı. Birden bir meydanda bir kalabalık gördü. Ortada bir at vardı; yaşlı, yorgun, soluk soluğa bir at. Üzerindeki yükü taşımakta zorlanıyor, ayakları titriyordu. Sahibi, atı yürütmek için acımasızca kamçılıyordu.
Tam o anda Nietzsche olduğu yere mıhlanıp kaldı. Sanki bir şey, yıllardır içinde biriken bir acıyı tek darbeyle ortaya çıkarmıştı. O atın gözlerinde, kendi hayatının bütün ıstırabını gördü: Yılların yalnızlığı, sağlığının çöküşü, anlaşılmamış bir ömrün taşıdığı yük.
Çığlık atar gibi derin bir nefes aldı, ileri atıldı ve atın boynuna sarıldı. O yorgun hayvanın başını kendine çekti. Yüzünü, nefesini, gözyaşlarını saklamadan hayvana yasladı. Kalabalık şaşkınlık içinde izliyordu. Nietzsche titreyen bir sesle yalnızca, “Ona dokunmayın. Artık yeter,” dedi. O an, Nietzsche’nin insan ruhunun kırılma anıydı. Zihni o anda ikiye bölündü: Bir tarafı hala düşünceyle dolup taşarken, diğer tarafı sonsuz bir sessizliğe gömüldü.
O günden sonra Nietzsche asla eski Nietzsche olmadı. Artık dilinden felsefi cümlelerle değil, tuhaflıklarla dökülüyordu. Kendisini kimi zaman “Dionysos”, kimi zaman “Çarmıha GerilmişBir Adam”, kimi zaman da “Dünyanın Kurtarıcısı” olarak görüyordu. Yazdıkları bir dahinin son kıvılcımları gibi parlayıp sönen cümlelerdi.
Sağlığı da bozuldu. Felçler ve uzun süreli beyin rahatsızlıkları geçirdi. Yıllarca yatağa bağımlı, sessiz, tepkisiz kaldı. 65 yaşındaydı. Zatürreye yakalandı. Tedavi olamıyordu. Son bir atakla, sessiz sedasız öldü. (Ne dediğini anlayamayan yobazlar, ölümü hakkında hala öyle iğrenç şeyler söylüyorlar ki…) Fakat geride bıraktığı son eserler, deliliğin eşiğinden dökülen bir bilgenin son sözleri olarak parlamaya devam etti ve Torino’nun o kış sabahında boynuna sarıldığı at, insanlığın tüm acısını taşıyan bir sahne olarak tarihe geçti.
Nietzsche’nin hayatını defalarca okudum. Aklımdan hiç çıkmayan sahne ise, Torino’da o ata sarılarak defalarca ağladığı sahne oldu. At da ağlıyordu.