İki haftadır, “Pazar Sohbeti” başlığıyla yazdığım yazılarla biraz da üzerimize çöken bu yoğun gündemin yorucu, bıktırıcı, hırpalayıcı insanlık ve ahlak dışı etkisinden uzaklaşarak, başka dünyalarda azıcık temiz hava almak istiyordum. Bu Pazar da Saadettin Kaynak besteleriyle, onun dünyasına girip insan olduğumu, ruh taşıdığımı hissetmeyi planlamıştım ama olmadı. İzin vermedi gündem. Çünkü bana göre utanç haftalarımız başladı.
Anlatmaya çalışayım:
Mondros Mütarekesi imzalanmış, Osmanlı Devleti’nin toprakları kademeli olarak İtilaf Devletleri’nin kontrolüne geçmiş ve Anadolu’nun dört bir yanında işgaller başlamıştı. Bursa ve çevresi de işgal edilen bölgeler arasındaydı. Yunan ve Ermeniler halka olmadık eziyetler yapıyorlardı. Yunan subaylarının Orhan Gazi ile babası Osman Gazi’nin türbelerine girip hatıra fotoğrafı çektirmeleri milleti derinden yaralıyordu.
Ankara’da meclis, ülkesiyle birlikte onurunun çiğnendiğini düşünerek, gözyaşı döküyordu. Osman Gazi’nin kabrinin olduğu şehirde Yunan Bayrağı’nın dalgalanması Türk milletinin onuruna dokunuyordu.
TBMM’de bir önerge konuşuldu ve kabul edildi: Meclis kürsüsü bir Puşide-i Siyah (siyah bir örtü) ile kaplandı. Bursa özgürleşinceye kadar o örtü orada kalacaktı. Ve kaldı. Tam 2 yıl, 2 ay, 2 gün. Puşide-i siyah, kapkara duruşu ile her Türkün içini karartıyor, ona bakan her Türk evladı, her Türk mebusu utanıyor, hicap duyuyordu.
26 Ağustos 1922’de Çağın dehası, Türk Ordularının başkomutanı Atatürk Büyük Taarruz’u başlattı, 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi muhteşem bir zaferle sonuçlandı
11 Eylül 1922’de, Şükrü Naili Gökberk’in, Bursa Belediye Binası’na Türk Bayrağını dikmesi ile Türk Milleti’nin yası da utancı da sona erdi.
Ey, meclisin fuzuli mukimleri, alın elinize puşide-i siyahı ve örtün o küsüyü. Zaman hızla akıyor. Sizler de hiçbir şey yapmadan, bu akışla savrulursanız, şanlı tarihimizden utanmak için vaktiniz bile olmayacak ve simsiyah bir puşide ile yüzünüzü örtmeniz tarih önünde suçlanmanızı önleyemeyecek.
Ülkemiz üzerinde pazarlıklar yapılıyor. Pazarlığın tarafları, DEM adına üç ulak, İmralı mukimi, çocuk katili bir hödük, devlet adına da herkes ve hiç kimse. Hiç kimse çünkü işler olumsuz yürüdükçe sorumluluğu hiç kimse üstlenmeyecek ama en ufak bir ışık görüldüğünde herkes sahip çıkacaktır.
Ama paydaşlar arasında meclis yok. Bizi temsil etsin diye seçip gönderdiğimiz vekillerimiz yok. Üniversiteler, bilim adamları, sivil toplum kuruluşları, odalar, barolar, meslek kuruluşları, bu uğurda can vermiş şehitlerimizin yakınları, çocuklarını kaybetmiş ana babalar, milleti temsil edecek yerel kuruluşlar yani biz yokuz. Ama geleceği tartışılan biziz ve bizim milletimiz.
Varılmak istenen hedef bellidir. Bu konu, süreç içinde lastik gibi sündürülecek, millet hiçbir gelişmeden haberdar edilmeyecek, korku iklimi memleketin en ücra köşelerine kadar nüfuz ettirilecek, halk bir dilim ekmeğe muhtaç edilecek ve bu konuda hiçbir karar alınmadan her türlü (!) uygulamaya en uygun seçim tarihi belirleninceye ve atı çalan Üsküdar’ı geçinceye kadar devam edilecek.
İŞTE O ZAMAN MİLLETÇE, PUŞİDE-İ SİYAHA BÜRÜNSEK NEYE YARAR Kİ?