Hayır, hayır; hiçbir şeye değişmem onu. Kendimi bildiğim yıllardan bu yana biriciğim, güvenilir dostumdur; üstüne gül koklamışlığım yoktur. “Resimlisi” her ne kadar cicili bicili, baştan çıkarıcı bir fettan olsa da, onu aldatmayı aklımın ucuna getirmem!
Çünkü radyo, 1898 İtalya’sında Guglielmo Marconi’nin bir gün gerçek olacak düşlerinden bugünlere, biçim/boyut değiştirip türlü çeşitli kılıklarda ‘tebdil-i kıyafet’ hayatımıza dahildir. Onun yavuklusu/dinleyicisi olarak bunu sizlerin de bildiğinize ne kuşku…
Şu an bu yazıyı çattığım saniyelerden geriye 40-45 yıldır, oldum olası yastığımın yanı başında, başucumdadır. Kısık seste ninni sayarım kendime, hüzne belenmiş bir şarkı ya da türküyü. Yaz aylarında, damda, onun fısıltısıyla şafakleyin uyanmışlığım hâlâ sürer.
Bilinmez, kim bilir kimlerin gönlüne yufka ekmek kokulu köy türküleri ‘çığırırsa’ örneğin bir Âşık Veysel, bir Neşet Baba; Bedri Rahmi şairliğinden utanmaz mı? Önlemek ne mümkün! Nice ezgi, gurbeti sıla eyleyip zamana ayak diremez mi?
Atilla Mayda, Hüseyin İleri, Nida Tüfekçi, Nezahat Bayram, Necla Erol, Nurettin Çamlıdağ, Aliye Akkılıç, Nurettin Dadaloğlu, Ahmet Gazi Ayhan, Muazzez Türüng (…) ve nice niceleri yüreğimizin en kuytu, en saklı köşelerindedir. Şimdi, iki bin on yedi’de yalnızca sesleriyle yaşar anılarımızda; unutur muyuz?
“Televizyonun resimsizi” radyolarda, Ahmet Sezgin’den, Yıldıray Çınar’dan çok da farklı uzaklıkta durmaz İlhan İrem, Alpay, Selda, Edip Akbayram’lar… Birer popüler kültür nesnesi olmayı bilinçli olarak seçmemişlerdir uzun yaşayabilirlik adına.
Nuri Sesigüzel benzeri birçok sanatçı, daha yaygın olarak, daha çok insana ulaşırlarken; Adana’da bir “İl Radyosu” kurulması (1961) yerel birçok değeri yüreklendirmiştir. Çünkü Âşık Ferrahi’ye, Sıtkı Baba’ya, Devran Baba’ya kadar nicelerine yurt olmuştur Çukurova.
“Çukurova İl Radyosu” deyince, radyo dinlemenin yaygın bir kültür biçimi olarak varlığını duyurduğu 1960’larda “Çukurova’dan Sesler Korosu”nun kurulduğu anımsanır ilkin. Cemalpaşa Mahallesi’ndeki tek katlı bir binadan bölgeye serpilen; Canan Işık, Fahri Işık, Mustafa Canan, Ayten Maracı, Necla Dönmez, Mürüvvet Kekilli, Can Etili, Halit Araboğlu, Sadık İçlises, Atilla Tanyeli, Nurinnisa Toksöz, Mahmut Taşkaya’nın (…) ezgileridir sonrasında.
“Sazlarda” ise Kazım Sanrı, Zihni Yalçın, Ali Limoncu, Selahattin Sarıkaya, Şaban Gen, Ramazan Şenyaylar, Burhan Paker ve arkadaşları vardır.
Şarkılar/türküler ki dillerden düşmez: Eyvah, Hülyamsın, Nikâh Memuru, Yürü Bre Yalan Dünya, Beyaz Atlı Şimdi Geçti Buradan, Agora Meyhanesi, Beyaz Atı Süsledik, Komşunun Kızı, Uykuda mısın Sevgili Yarim, Fabrikanın Çalar Zili, Fırat Kenarında Yüzer Kayıklar, Ah Neyleyim Deli Gönül, Adana Yollarında, Yandı Çukurova’m Yandı, Düğününde Ağladım, Asker Oldum Giydim Yelek, Adana Köprübaşı, Yenice Yolları Bükülür Gider…
Radyo, sonsuz aşkım benim… Çocukluğumdaki evimizin en değerlisi, annemin göznuru emeğiyle en güzel örtüsünün altındaki sihirli kutudur. Olmaz olası savaş yıllarında başına çöreklenip “ajans” saatini merakla bekler, dinledikçe uzak/yakın demeden bütün insanlığı yakan evrensel acıları duyarlarmış etlerinde bizden eskiler.
Nâzım Usta da, “Yaşamaya Dair”de dizelemiş radyoyu. Şiirler, filmler, öyküler, romanların aksesuvardan öte “kahramanı” sayılmış radyo.
Onu bulan insana, Guglielmo Marconi’ye; İtalya’nın bir kuytu köşesinden İngiltere’ye uzanan rüyaları sonucunda esinlenmiş radyo. “Sesi,” demiş Marconi, “havadan radyo dalgalarıyla ileten güçtür buluşumun adı.” Yalnızca bir tarafın sesini iletebilen bu kablosuz araçta, örneğin “Zeki Müren’in de bizi dinlemesi” şimdilerde de olanaksız, o günlerde olduğunca.
1909’da Nobel Fizik Ödülü’nü kucaklayan Marconi’yle, fotoğrafta gördüğünüz Aydın Sihay’ın birbirine bu kadar benzemesi, fiziksel değil, radyoya duyulan bir aşkın kanıtıdır. Görüldüğünce, ikisi de aynı sevgiliye karasevdalı iki uslanmaz âşıktır. O yüzden, ikisi de şu tümceyi fısıldıyor sevdikleri dünya güzeline, radyoya âşık bizlerin yerine de:
Radyo, sonsuz aşkım benim…
(7 Mart 2017)