Yıl: 1949. Yer: Londra. Timoty Evans, eve dönüyordu. Gün yorucu geçmişti. Düşünceleri karma karışıktı. İş bulmak zordu, para kazanmak daha da zordu. Sevdiği iki şey vardı. Eşi Beryl ve bebek Geraldine.
Evans okuma yazması zayıf, lafları birbirine dolaştıran, temiz kalpli, fazla kırılgan bir adamdı. Kapıyı Beryl açtı. Tedirgin bir hali vardı. Doğrudan sordu. “Tim, ne yapacağız? Parayı nasıl bulacağız?” Tim ne cevap vereceğini düşünürken, alt kattaki dairenin kapısı aralandı. John Christie, her zamanki yumuşak, sakin sesiyle konuştu: “Bir sorun mu var? Belki yardımcı olabilirim.” Tim , bu adamın nazikliğine inanmak istiyordu. Beryl de öyle. Oysa, Christie’nin gözlerinin derininde, kimsenin fark etmediği bir boşluk vardı. Kapkara bir boşluk.
Günler geçtikçe Beryl’in gerginliği arttı. Tartışmalar çoğaldı. Tim güçsüz, Beryl ümitsizdi. Bir gece, Beryl gözyaşları içinde, “Tim, Christie yardım edebilir diyor. Bir çözüm bulabiliriz,” dedi. Christie evde daha çok konuşulur oluyor, varlığı giderek daha baskın hale geliyordu. Sakin konuşuyor, avcuna aldığı hayatları sanki okşar gibi yönetiyordu. Tim ise karısının gözlerine bakınca, söyleyecek söz bulamıyor, çaresizliği, onu sessizliğe mahkûm ediyordu.
Soğuk bir gün, Tim eve döndüğünde Beryl ortalıkta yoktu. Christie, yine kapısını açıp başını uzattı. “Üzülme Tim. Bir süre ortalıkta görünmemesi daha iyi olabilir,” dedi. Tim’in içini bir ürperti kapladı, ama şüphelenemeyecek kadar saf ve yorgundu. Saatler geçti, günler geçti. Sonra Christie sessizce, “Tim, bir kaza oldu.” Dedi.
Tim’in dünyası başına yıkıldı. Konuşamadı. Sormaya cesaret edemiyordu. Christie’ye inanmak zorundaydı. Çünkü Tim’in, anlayamadığı cümlelerle, polisin bile saygı duyduğu biri gibi davranıyordu.
Tim, en sonunda polise gitti. Kelimeleri birbirine dolandırıyordu. Yalan söylemiyordu, sadece kendisini kurtarmaya çalışıyordu. Fakat korkudan ve şaşkınlıktan anlattıkları birbirine karıştı. Polis memuru Tim’in anlattıklarını dinledikten sonra, “Yani eşiniz öldü ve siz hiçbir şey söylemediniz? Bebeği de bir bakıcıya verdiniz? Öyle mi” dedi. Tim’in kafası karıştı. Kendi sözleri bile ona yabancı geliyordu.
Polisler evde geniş bir araştırma yaptı. Çürümüş ahşap ahşapların arkasından bir koku geliyordu. Ardından polislerden biri adeta bir çığlık attı. “Burada, iki ceset var!” Tim’in yüzü bembeyaz oldu. Christie’nin yüzünde ise hiçbir şey okunmuyordu. Cesetler, Beryl ve Geraldine’e aitti. Polis ise cinayeti aydınlatmanın mutluluğunu yaşıyordu.
Duruşma salonu kalabalıktı. Tim, avukatının yanında titreyen bir çocuk gibiydi. Christie tanık sandalyesine geçti. Sakin, ölçülü ve güven veren bir tonla konuştu. Tim’in böyle böyle bir adamla rekabet etmesi mümkün değildi. Hayatı, Christie’nin düzgün cümleleri arasında elinden kayıp gitti. Hakim tokmağı indirdiğinde karar kesindi: “Sanık Timothy Evans, idama mahkûm edilmiştir.”
Tarih: 9 Mart 1950. Bir gardiyan Tim’in koğuşuna girdi, başını salladı. Tim, sessizce gardiyanı talip etti. Hayatında ilk kez tamamen yalnızdı. Attığı her adım, aldığı her nefes, masum bir insanın son anlarıydı. Dakikalar sonra, sessizlik her şeyi yuttu.
Aradan üç yıl geçti. Tim’in evi yeniden aranıyordu. Duvarlar söküldü. Başka cesetler çıktı. Bahçe kazıldı. Yıllardır kayıp olan kadınlar birer birer bulundu. Ve Christie yakalandı. Başını öne eğip fısıldadı: “Evet, hepsini ben öldürdüm.”
Yıllar sonra devlet resmen açıkladı: “Timothy Evans, suçsuzdu.” Neye yarar, Tim artık hayatta değildi ki. Ama ölüm, ülkenin hukuk tarihini değiştiren bir dönüm noktası oldu. ,