ÜÇ BİLGE MAYMUN:

Kikazaru, Iwazaru ve Mizaru .Keşmekeşliğin Gölgesindeki Hayatlar

"Susmak daha kötüdür; bastırılan gerçekler zehirli hale gelir."F.Nietzche...
*
Bir milletin kaderi bazen tek bir cümleye sığar;
"Burası Dingo’nun ahırı mı?” gibi...

Bu söz  rastgele söylenmiş gibi görünse de, aslında bir ülkenin yönetiminden, ahlakına, eğitiminden adaletine kadar uzanan çürümüşlüğün dildeki yansıması olan bir halk deyişidir ve o devletin kurumsallığını yitirdiği, kuralların işlemediği, her şeyin başıboş bırakıldığı, herkesin her şeyi yaptığı ama kimsenin hiçbir şeyin sorumluluğunu almadığı bir düzenin tarifidir aslında, zira öyle bir hale gelinmiştir ki; bu söz bir deyim olarak değil, bir yaşam biçimi olarak yaşanır olur.

Hem kişisel hem de toplumsal düzlemde bir düzensizlik, keyfiyet, cehalet ve korkunun birleşiminden doğan çarpık bir düzen var ve sadece kuralları değil, değerleri de yutmuş ise yaşananlara "Bu ne keşmekeşliktir, burası Dingo'nun Ahırı'mı !" diyebilirsiniz.

Bizde, eskiden “kapı” kelimesinin, ya da kavramının bir anlamı vardı;
İşte; devlet kapısı, Hakkın kapısı, halkın kapısı, mahkeme kapısı, mektebin kapısı vs...

Eğer, her kapı rant için açık, ama hakikat için kapalıysa...

Mesela,
Adaletin kapısı, güçlüye açık, doğru olana kapalı ise...
Hastanenin kapısı randevusuza kapalı, özel hastanelerdekiler ise cüzdana açık! olmuş ise nasıl bir duyguya kapılır ve neler beyninizi meşgul eder?
*
İster efsane, ister hikaye deyin 'Üç Bilge Maymun: Mizaru, Kikazaru ve İwazaru' bizlere ilham kaynağı olmaya devam ediyor ve“yanlış işler yapmana neden olacak sözleri dinleme”, “kötü davranışları normalmiş gibi görme” ve “gereksiz yere kötü konuşma” diyorlar.

Ama!

İçinde yaşadığımız zamanda , üç maymun öğretisi  ya da öğüdü basitleştirilip, klasik “görmedim, duymadım, bilmiyorum” şekline dönüştürülmüş haldedir. Bir evrimleşme!

Çin mitolojisine göre;
Üç meraklı karakter yani  sağır Kikazaru, dilsiz Iwazaru ve kör Mizaru tanrılar tarafından gözlemci ve elçi olarak yer yüzüne gönderilir,  insanlığın iyi ve kötü yanlarına şahitlik ve tanrılara tebligat yapmak ile görevlilermiş...

Sağır maymun, kötü işler yapan herkesi izliyor ve gördüklerini, kör maymuna iletiyor ... O'da dilsiz maymuna iletiyor, ki bu sayede Iwazaru da, tanrıların insanlara verdiği cezaları yerine getiren bir maymundur artık...

İyi ya da kötü olmak...
Söylediklerimiz ile sağduyulu, duyduklarımız ile ihtiyatlı ve gördüklerimiz ile sakin davranmak...

Bunlar huzur ve mutluluk için önemli  kurallar ancak iyi ile kötüyü nasıl ayırt edeceğimizi de bilmek gerekir, ki  bilge bir bakış gereklidir, ki bu, iyilikle yaşamak,kötülükleri cezalandırmak ve bizi daha iyi olmaya teşvik eden insanlarla yaşamaya çalışmakla ilgili...

Üç Bilge Maymun gözlerini, kulaklarını ve ağzını kapatarak "Kötülüğü görme, duyma, söyleme!" diye insanlığa nasihat verirken başka bir gerçeğe dönüşmüş : Suskunluk ve Sessizlik ...
*
Evrenin her yerinde olduğu gibi...
İyilerle ve  kötülerle birarada bir yaşamı paylaşmak zorundasınız ve hep söyleriz acısıyla tatlısıyla, acaba bir keşmekeşliğin, bir sıkıntının içinde miyiz yoksa dışında mı ?Çevremize,ülkemize hatta medyaya da bakıyoruz ve anlıyoruz ki, dertler sarmış dört bir tarafımızı...

Bakın, yoksulluk gözümüzün önünde görmüyoruz keza yolsuzluk her haberin manşeti olmuş gibi duymuyoruz ki...

Ya adaletsizlik? Her kapıyı çalar olmuş  nedendir demiyoruz, konuşmuyoruz, ki  bir suskunluk, bir sessizlik...

Üç Bilge Maymun 'un "kötülüğü görme,duyma, konuşma! " öğüdü , yaşadığımız  modern, Batı Dünyası'nda bir anda  "görmedik, duymadık, söylemedik" olmaz mı! Artık bu üç maymun çoktan vatandaşlık hakkı da kazanmış gibi...

Göz göre göre bir yanlışa susanlar, kulaklarının dibinde çığlık atan gerçeğe sağır kalanlar, dilinin ucundaki hakikati yutanlar sessizliğin suç ortağıdırlar...

Söyleyelim ;
Bir çocuğa istismar edilirken göz yuman bir öğretmen, bir kadın şiddet görürken duymayan komşu, bir kamu zararı belgelenmişken yazmayan gazeteci vs... suç ortağı değil midir?

Susmak, artık masum değil, zira her susuş, bir zulmü  meşrulaştırıyor, bir yanlışın da ömrünü uzatıyor ve  bu durum toplumun en alt hücresinden, en üst katına kadar; bu korkakça sessizlik, çürümüşlüğü de kutsuyor.

George Orwell : “Zor zamanlarda doğruyu söylemek devrimci bir eylemdir.”diyor ama biz  ne devrimciyiz, ne de cesur, sadece korkak ve kabullenmiş bir kalabalığız sanki ve üç maymunu oynamaktan başka bir şey de bilmeyen bir X, bir Y belki de Z'yiz... Kimbilir?

Açlığı da sefaleti de, sağlığı da eğitimi de, ekmek kuyruğunu da, asgarî ücretini de, emekliye bayram ikramiyesini değerlendirin ve aklınıza gelen her türlü dert ve sıkıntılara  doğru mantıkla baktığınız da burası "Dingo’nun Ahırı'na dönmüş, kapısı açık, giren çıkan belli değil . " diyor musunuz diye soracağım ama Mizaru’ya sorsan, "Görmedim." ,
Kikazaru’ya sorsan, "Duymadım." diyecek.
Iwazaru mu? O , yalnızca omuz silker, öyle değil mi!

Ama inanın ki her soru(n)un cevabı vardır ve o zincirleri de kırarız, diye düşünüyorum.

İsterseniz önce sıkıntılarımız nedir, nasıl bir labirentin içindeyiz, bir çıkış mı arıyoruz birlikte değerlendirelim.

*Keşmekeşlik büyürken , sessizlik de derinleşiyor mu?

Bir ülke düşünün ki EKONOMİ kontrolden uzak olsun... Biri çıkıp faizi indir deyince enflasyon tırmanıyor, biri çıkıp inen faizi beğenmeyince kurlar zıplıyor.

Üretim yerine tüketimi, alın teri yerine rantı, bilimsel planlama yerine günlük kararları kutsayan bir anlayışla yönetilen bir ekonomimiz , belki de sistemimiz var demek daha doğru...

Asgari ücretin daha cebe girmeden eridiği, gençlerin kredi kartıyla yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığı, emeklinin yaşamakla yaşlanmak arasında sıkışıp kaldığı bir ülke miyiz?

Büyük Önder Atatürk, ekonomik bağımsızlığı, siyasi bağımsızlığın temeli olarak görmüş ve 'Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmalı...' demişti...

Ama, güne zam haberleriyle başlıyor, indirim kuyruklarında bekliyoruz ...Garip olan da dilimizde pelesenk olan o kabullendigimiz söz: sabır,şükür,dua..

Ekonomimiz, artık 'Çarkları Boş Dönen Bir Sistem mi?' Üretim değil rant, alın teri değil torpil kutsanıyorsa...

*Bir milletin ilerlemesinde en temel araç olan EĞİTİM, bir yarışın, ezberin, sınavın ve sistemsizliğin kıskacına hapsedilmiş durumda.

Çocuklar düşünmeyi değil, doğru şıkkı bulmayı öğreniyor. Öğretmenler üretmeyi değil, yönetmeliğe uymayı öğreniyor. Üniversiteler bilgi üretme merkezleri değil sanki diplomalı işsizler fabrikası gibi çalışıyor.

Eğitim artık bir aydınlanma değil, bir adaptasyon süreci haline mi geldi?
Öğrenci sorgulamayı değil, susmayı mı öğreniyor?
Mevcut sistem, düşünen bireyi değil de itaat eden nesli mi seviyor?...

“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” hedefimizden, tarikat yurtlarına sığınan, cemaat kitaplarıyla büyüyen, kariyer hedefi yurt dışına gitmek olan bir gençliğe mi sahibiz...

*Hastaneler dolu, ama dertler anlatılamıyor. Doktorlar yorgun, hastalar umutsuz. SAĞLIK sistemi artık tedavi değil, geçici rahatlama peşinde. 5 dakikalık muayene süresine sığdırılmış hayatlar...

Doktorların şiddet görmesi olağanlaştı.  Sistem, insanı da, kendisini de önemsemiyor diyebilir miyiz?

Sağlık artık hak değil, lütuf gibi sunuluyor. Ve bu lütuf, sermayeye peşkeş çekilmiş hastanelerde, özel sigorta dayatmalarıyla paketleniyor.Hastaneler ticarethane, hastalar müşteri, doktorlar da hedef, üç nokta...

*Türkiye’de ADALET artık mahkeme salonlarında değil, kamuoyunda aranıyor. Hakimler değil, sosyal medya karar veriyor. Mazlumun değil, güçlü olanın yanında duran bir sistem inşa edildi düşüncesi var, kafalarda...

Bir kararı beğenmeyen güç ertesi gün yasayı değiştiriyor. Hukuk, kılıfına uydurulacak bir araç, adalet ise siyasi bir tercihe dönüştü, adaletin terazisi sanki kör oldu ama bir göz de hep güçlüden yana açıldı.

Atatürk’ün, “Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin, devlet halinde varlığı kabul edilemez” sözü, bugün mahkeme duvarlarından utanarak bakıyor.

Elbette "İstiklal, istikbal ve hürriyet ancak adaletle kaimdir..."sözü hepsinin özetidir...

*"Aile ve Toplumda yerimiz mi?
Kopuk Bağlar Çağı diyebiliriz.
Bir milletin geleceğidir AİLE...

Ama ne yazık ki, bu ülkede aile, artık aynı soyadını taşıyanların tek çatı altında yaşadığı bir zorunluluk...

Sevgi, saygı, fedakârlık gibi temel değerler ise yerini bencilliğe, tahammülsüzlüğe ve duygusal yoksunluğa bıraktı.

Televizyonlarda, sosyal medyada izlenen her bir “aile dramı”, aslında toplumun içten çöküşünün sessiz çığlığı değil midir?

Evlat, ana babasına yabancılaştı. Zira, onlarda evladına ne zaman dokunduğunu, ne zaman gözünün içine bakıp da "seni seviyorum" dediğini de hatırlamıyor ki... Koşuşturma içinde duygular çürümüş,aile içi iletişim, yerini emojilere, sessiz akşamlara, birbirinden uzaklaşan ruhlara bırakmış sanki ...

Toplum da aileden farklı değil. Aynı apartmanda yaşayanlar bile birbirini tanımıyor, komşuluk kültürü nostaljik bir şarkı gibi yalnızca geçmişte kaldı. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözü, adeta ulusal karaktere dönüştü. Kardeşlik, yardımlaşma, empati gibi kavramlar; yalnızca yardım kampanyalarının afişlerinde kalan temsili kelimelere dönüştü...
Atatürk, “Millet sevgisi kadar büyük bir sevgi yoktur” derken; bu milletin bir arada kalmasının tek yolunun sevgiyle yoğrulmuş bir toplumsal bilinç olduğunu vurgulamıştı.

Oysa biz, her geçen gün birbirimize biraz daha düşmanlaşıyor, aynı gökyüzüne bakan ama birbirine körleşen bireyler haline geliyoruz.

Jean-Jacques Rousseau, “İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur” der, ki bizler de o zinciri toplumdan alıp ailemize, ailemizden alıp benliğimize taşıyoruz. Ve sonunda da yalnızlaşıyoruz.

Topluca yalnızlaşmak...
Kalabalıkta bile  insanın kendini yapayalnız hissetmesinin adı olsa gerek...

Unutmayalım ki aile dağılırsa toplum,toplum çürürse devlet çöker.

Ve biz hâlâ bu çöküşü, “dizilerin senaryosu” zannediyoruz, gibi...

*AHLÂK mı dediniz,yozlaşmanın normalleşmesi , o kadar...

Bir toplumun çöküşü, ahlaki değerlerin kaybıyla başlar. Ama bu topraklarda yozlaşma artık bir istisna değil, neredeyse bir yaşam biçimi mi oldu?

Ahlak,yalnızca din'le özdeşleştirilerek dar bir kalıba sıkıştırıldı, oysa ahlak, kimsenin görmediği yerde bile doğruyu yapmaktır.

Bizler de görünmediğimiz her yerde hata yapmayı bir marifet bildik ya da öyle sandık!

Rüşvet, yolsuzluk, torpil, adam kayırma gibi kavramlar; toplumun sinir uçlarını felç etmiş,"Hakkım olanı değil, bana çıkar sağlayanı desteklerim" anlayışı  miras gibi aktarılmış, en küçük makamdan en büyük mevkîye kadar her katmanda ahlak zafiyeti sıradanlaşmış...

Bir baba, çocuğuna “dürüst ol” diyor ama neden sürücü ehliyetini para verip alıyor?
Bir öğretmen, öğrencisine “hak yememelisin” diyor ama not verirken torpil yapıyor, neden?
Bir yönetici, adaletten bahsediyor ama ihaleyi de yandaşa veriyor, neden?...

Bu tür çelişkiler, insanların ahlaki pusulasını bozuyor, en sonunda ortaya çıkan manzara ise : Vicdanı olmayan bir kalabalık...

Albert Camus şöyle der: “Ahlak, başkalarının ne düşündüğünden çok, insanın kendisiyle hesaplaşmasıdır.”

Ama biz artık aynaya bakmadan yaşıyoruz. Hesap vermeyi unuttuğumuz gibi  hesap sormayı da bıraktık gitti...

Ahlak çökünce empati kaybolur, adalet sarsılır, insanlık susar. Ve geriye yalnızca menfaat üzerine kurulmuş sahte ilişkiler kalıyor.

*Rüşvet zeka, torpil fırsat, yalancılık strateji ve yolsuzluk da yağmanın resmi bayramı olmuş!

Bir ülkede YOLSUZLUK sıradanlaştığında, hukuk susturulmuş demektir. Ve bizde yolsuzluk artık öyle bir hal aldı ki, neredeyse “başarı hikâyesi” gibi anlatılıyor. İhale kime verildi? Hangi bürokrat hangi şirkete danışman oldu? Hangi projede kaç katı fiyat ödendi? Bunlar artık yalnızca haber başlıkları değil, halk arasında sıradan gündemler.

Bir köprü yapılır, üç katına mal edilir. Bir bina dikilir, temelinde usulsüzlük çıkar. Bir kamu projesi başlar, ucu hep aynı cebe akar. Hesap soran yok. Olanı konuşan ise ya “vatan haini” ya da “kıskanan” ilan ediliyor.

Yolsuzluğun olduğu yerde liyakat ölür. Liyakat ölünce, iş bilen değil yandaş olan kazanır. Bu da uzun vadede ekonomiyi, eğitimi, sağlığı; kısacası tüm sistemi çürütür. Ve halk, farkında olmadan kendi geleceğini kendi elleriyle tüketir.

Konfüçyüs der ki: “Yönetenler dürüst olmazsa, halk da dürüst olmaz.” Yukarıdan aşağıya yayılan bir çürüme, en sonunda ülkenin en küçük hücresine kadar sirayet eder.

*YASAKLAR,özgürlüğün yüze çarpan demiri...
Söylemekten korktuğun şey, aslında seni esir eden zincirdir. Bugün birçok insan, düşüncesini açıkça dile getiremiyor. Eleştirmenin bedeli, çoğu zaman damgalanmak, dışlanmak, cezalandırılmak.

Bir öğrenci, hocasını eleştirdi diye disipline sevk ediliyor.

Bir gazeteci, yazdığı haberden dolayı hapse giriyor.

Bir sanatçı, eserinde ima ettiği için linç ediliyor. Bu ülkede artık ifade özgürlüğü, sadece anayasa kitapçığında kalan bir başlık sanki...

Oysa özgürlük, sadece istediklerini söylemek değil, istemediklerini de duymaya katlanmaktır. Ama biz, her farklı fikri düşmanlaştırarak toplum içinde bir korku dili oluşturduk.

Voltaire’in şu sözü unutmamalı: “Söylediklerinize katılmıyorum ama onları söyleme hakkınızı sonuna kadar savunurum.” Biz bu anlayışı kaybettik. Ve yasakların gölgesinde, özgürlük yerine sessizliği seçtik.

Cehalet dediğimiz,cesaretin kılığına girmiş bir  karanlıktır ve bilgi eksikliği değildir sadece; bilmediğini bilmemek, öğrenmeye de direnmektir.

Bugün en çok konuşanlar, en az bilgiye sahip olanlar. Ama ne yazık ki bu cehalet, cesaret kisvesiyle paketlenerek toplumun her köşesine yayıldı.

Bir konuda en bilgili olan susturulurken, konuyla ilgisi olmayanlar hüküm veriyor. 
En çok konuşanlar, araştırmayanlar.
En çok yargılayanlar, anlamaya çalışmayanlar. Ve bu cehalet, kalabalıklaştıkça, hakikat tek başına kalıyor.

Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, sadece okullarda panolarda asılı kaldı. İlmi rehber edinmeyi bıraktık, yerine sloganları, dogmaları, hurafeleri koyduk.

Cehalet, aynı zamanda neye, neden inandığını sorgulamadan yaşamaktır. Ve bugün toplumun büyük kısmı, sorgulamadan, düşünmeden, ezberle yaşıyor ve yönetiliyor.

*Beyindeki ÇÜRÜME: Düşüncenin Devrilişi

Çürüme, sadece ekonomide ya da siyasette değil; zihinlerde de başlıyor. En tehlikeli yıkım, düşünme yetisinin felce uğramasıdır. Bugün televizyon ekranları, sosyal medya, kamuoyu...

Hepsi aynı kalıpları tekrar eden, sorgulamadan kabul eden bir kitle yaratıyor. O kalıplara birkaç örnek;
“Düşünme, sadece inan”,
“Okuma, ezberle yeter” ,
“İtiraz etme, itaat et” ...

Ve beyinler, işlevsiz bir organdır artık, o kafalarda. Ezberin kutsandığı, yaratıcılığın cezalandırıldığı bir düzende, düşünen insan, tehdit olarak görülüyor demektir bu anlayış... Yanılıyor muyuz?

Sokrates’in şu sözü tokat gibi çarpmıyor mu yüzümüze: “Sorgulanmamış hayat, yaşamaya değmez.” Biz ise sorgulamayı değil, susturmayı öğrenmiş bir nesiliz...Bu da mı doğru değil, biraz kafa yoralım:))...

Aslında bir an için bile olsa aynaya bakmayı denesek mi?

*ÜLKEDEN KAÇIŞ...
Son hız devam ediyor gibi,artık bavullar sessizce değil, haykırarak toplanıyor.  
Genç doktorlar Almanya yollarında.  
Mühendisler Kanada hayaliyle yanıp tutuşuyor.  
Akademisyenler yurtdışına başvuruyor.  
Ve ülkesinde kalmayı seçenler "Niye kalıyorsun?"sorusuna bile savunma yapmak zorunda.  

Bir ülkenin en değerli insanları terk ediyorsa orada yalnızca toprak kalır; vatan değil.  

*GÖÇMEN İSTİLASI mı, Sığınma Politikası mı?  
Türkiye, dünya tarihinin en hızlı ve kontrolsüz demografik dönüşümünü yaşıyor.  

Milyonlarca göçmen, sığınmacı, iltica eden binlerce, milyonlarca insan...

Bir yanda insani duyarlılık diyoruz, diğer yanda sosyal adaletsizlik...  

Bir yanda uluslararası hukuk, diğer yanda kaybolan güvenlik duygusu…  

Sığınma hakkı kutsaldır ama bu hakkı yöneten irade şeffaf değilse sorun kaçınılmazdır.  

İçinde bulunduğumuz ortam, yaşadığınız, bildiğiniz gerçekler olup bunlara usta bir yazardan alıntıları eklemesek olmaz diye düşünüyorum.

İşte, o yazı...
İsmet Orhan'dan...

Cehaletin,olgusal,nesnel ve teknik üç kolu var ve bunlar birleşirse;

Toplumu ve yönetenlerini,yalan,talan,taciz - tecavüz ve hırsızlık esir alır, devamında ise ahlak,adalet,sevgi,saygı ne varsa çürümeye yüz tutar, insanca yaşam felsefesi de rafa kaldırılır …

Bir tarafta,"Ülkeyi ayakta tutmak için,cahil nesil lazım …" veya "Eğitim seviyesi arttıkça,oylarımız azalıyor …" diyenler...

Diğer tarafta,"Bana değmeyen yılan bin yaşasın .." diyen ama kendilerini konforlu yaşama  mahkum etmiş, okumuş! akademisyenler,siyasetçiler,gazeteciler,sanatçılar,sporcular,sermayedarlar...

İşte o zaman, ne oluyor?
Hem gericiliği hem de arkasından da köle yaşamı kutsayan kitleler oluşuyor.

Bakış açımızı uzaklara çevirelim,mesela Güney Kore, 'kanserli hücreleri normal hücreye çevirirken '…

Japonya, 'sürücüsüz araç' yaparken …

Danimarka, öldürülen savunmasız her hayvan için,kaybettiğiniz çocuklarınız kadar 'acı duymalısınız' afişleri asarken …

Ne yapıyoruz? diye sormayalım mı?

Gericiliği  kutsayan Anadolu insanının ve yöneticilerimizin, dini temsil eden Lawrence’lerimizin iştigal ettiği konulara bakmamız da  yeterlidir, diye düşünüyorum, diyor yazarımız ve örnekler sunuyor;

- Damat kaynanasını nasıl beceriyor ?…
- Baldızla yatmak zina değildir !…
- Günah işleme özgürlüğünü nasıl elde ederiz! gibi  savsatalarla yatıp kalkıyor onlar...

Tüm bu ve buna benzer bir yaşam devam ettikçe, bu cehaletin cahilleride  çoğalmaya devam edecek,günahsız ve korumasız kitlelerin gemisi de karaya oturacak, ki dertleri  de derin mi derin yaraya da dönüşecektir…
Yani hal ve gidişatımız bu ...
Halet-i ruhiyemiz de farklı değil...
İşte durum böyle iken, çare var mı derseniz ?
Çarede var çözümde...
Ahlak,adalet,bilim,sanat,laiklik,sevgi ve saygı eşliğinde;
İnsanı,hayvanı ve doğayı sevmekten geçiyor çare…
Aksi halde mi ?…
Ya !
Afganistan,Suriye,Yemen,Lübnan,Pakistan ve Irak gibi ülkelerden olup, kapitalizmin maşası ve oyuncağı olacağız…
Ya da !
İnsanca yaşam felsefesini seçip, medenileşeceğiz …
Siz siz olun !
Tercihinizi,
Okumuş ve okumamış cahiller ordusundan yana kullanmayın …
Günümüze bakınca,
Toplum olarak “ kendimizi sevmediğimiz “ gün ışığı gibi ortada …
Bari,
Çocuklarımızı ve torunlarımızı sevelim,
Geleceklerini düşünelim !…
Veee!
Cahillerden olup,
Cehaletle de yönetilmeyin! … İsmet Abi'ye teşekkür ile devam edelim.

Bugün sahip olunan her özgürlük, bir zamanlar bedelini ödeyenlerin mirasıdır sana, bu yüzden sadece izlemekle kalamazsın ;

Anla, hisset, sorgula ve gerçekleri haykır...
Bak, büyük Önderimiz ne diyor;
"Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır." 
"Bir ülkede cehalet ve yoksulluk kol geziyorsa, orada hiçbir şey özgür değildir." diyor, Victor Hugo'da...
Ama özgürlüğü seçmek de, umudu yeşertmek de elimizde, diye düşünüyorum.

Ben,Sen,O...
Ya çemberin içindeyiz, ya da dışında...
Üç Bilge Maymun oyununu da bırakmalı ve Mizaru’ya, Kikazaru’ya, Iwazaru’ya da elveda demeliyiz... Unutmayalım ki;

"Cennet gibi bir vatanda cehennem hayatı yaşamak kader değil, sadece bir tercihtir."  

O nedenle;
Bilgilenmeden uyanamazsın ve cehaletin zincirlerini de yalnızca o bilginin anahtarıyla kırabilirsin ...

Oku, çünkü karanlık; düşünmeyen, sormayan, susan zihinlerle büyür her zaman ve susmayı tercih eden toplumlar da karanlıkta kaybolur giderler.Gören, duyan ve konuşanların o yolu aydınlatacağını hatırlatarak;

Cehalet artık yalnızca bireysel bir eksiklik değil, toplumsal bir tehdit olmuş...

Gerçeğin değil, algının hüküm sürdüğü bir çağdayız, ki söyle bakalım:Görüyor musun? Duyuyor musun? Konuşacak mısın?  
Artık, sen!
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın
Kendin içindeyken
Kafan dışındaysa
Çaresi yok kardeşim
Her akşam böyle içip kederlenip
Mutsuz olacaksın
Meyhane masalarında kahrolacaksın
Şiirlerle şarkılarla
Kendini avutacaksın
Ya dışındasındır çemberin
Ya da içinde yer alacaksın...
(Şiir: Murathan Mungan)
*


Suat Umutlu - 21 Nisan 2025


SUAT UMUTLU

21.04.2025 11:21:00

YAZARLAR


SABANCI VAKFI  50 YAŞINDA

AOSB’DE ÇAMUR KURUTMA TESİSİ KURULUYOR

BU HASTALIKLARI KONUŞMAK UTANDIRIYOR!

Düzgün COŞKUN Yazdı/ADANA'NIN "GERÇEK" FOTOĞRAFI

ADANA’DA CHP’DE İMZA KAMPANYASI

TÜRKİYE’DE BİR İLK: ADANA’DA ÇEŞİTLİLİK FESTİVALİ DÜZENLENDİ

“ZİRAİ DON AFETİ TARIMIN 6 ŞUBAT 2023 DEPREMİDİR”

“ŞİDDETE UĞRAMA SIRASI HANGİMİZDE? DEMEK İSTEMİYORUZ”

İMO’DAN ADANA’DA HASAR TESPİT EĞİTİMİ

“ÇOCUKLARDAKİ DİŞ ÇÜRÜĞÜ ÖZGÜVEN KAYBINA SEBEP OLABİLİR”

ADANA SANATEVİ'NDE FOTOĞRAF ETKİNLİĞİ

SEDA SAĞ’DAN SERAMİK SERGİSİ

ÇOCUKLAR ‘TRAFİK EĞİTİM PARKINI’ ÇOK SEVDİ

ÜYELERİ İŞYERLERİNDE ZİYARET

MHP GENEL MERKEZİNDE BAHÇELİ'Yİ ZİYARET ETTİ

KARNAVAL 7,5 MİLYARLIK EKONOMİK HACİM YARATTI

"MİLLETİN İRADESİNE SAYGI DUYULMALI"