Türkiye'de gündem her zamanki gibi yoğun olsa da yaşanan tartışmaların derinlikli ya da sonuç odaklı olduğunu söyleyebilmek zor. Kamuoyu günlük skandallarla, açıklamalarla, olaylar ve bunlara gelen reaksiyonlarla meşgul ediliyor... Bu alışılageldik hengame arasında kaybolup gitmemesi bakımından, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 21. İmam Hatipliler Kurultayı'nda yaptığı ve yazılı metni Cumhurbaşkanlığı resmi sitesinde bulunan konuşmasından iki alıntıyla başlamak istiyorum:
"Şunu asla unutmayın sevgili gençler; eğer bu topraklardan Müslümanlığı, eğer bu topraklardan ezanı, minareyi, camiyi, Kur’an-ı çekip alırsanız inanın geriye hiç ama hiçbir şey kalmaz. Geride millet de kalmaz, memleket de kalmaz. Bakınız bu topraklar iki asırdır saldırı altında, ama şuna dikkat edin: En çok da imanımıza saldırıyorlar, en çok da inanç değerlerimize saldırıyorlar, en çok da ilim irfan yuvalarımıza saldırıyorlar. Şunu çok ama çok iyi biliyorlar: Ezan yoksa, cami yoksa, Kur’an yoksa, iman yoksa vatan yoktur, millet yoktur, Türkiye yoktur."
(...)
"Türk askerini, Türk ordusunu tarihte muhteşem zaferlere götüren hiç kuşkusuz göğsündeki imanıdır. Alparslan ve ordusu Malazgirt’te zaferi iman ile kazandılar. Mohaç’ta, Kosova’da, İstanbul’un surları önünde, Mercidâbık’ta, İnebahtı’nda, Çanakkale’de, Sakarya’da ve daha nicesinde ordumuz imanı ile zafer kazandı. Türk Silahlı Kuvvetleri demek, peygamber ocağı demektir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin göğsünden imanı alırsanız geriye bir şey kalmaz. Kökleriyle bağı güçlendikçe daha da güçlenen bir ordumuz var."
Erdoğan'ın, Mevlid-i Nebi Haftası Açılış Programı"nda yaptığı konuşmanın temeli de hemen hemen aynı...
Erdoğan'ın kişisel olarak neye inandığı ve bunları nasıl gerekçelendirdiği kendi meselesi olsa da, yukarıdaki iki alıntı çok büyük yetkilerle donatılmış olan Cumhurbaşkanının içinde yaşadığı hayaller alemini göstermesi bakımından son derece önemli diye düşünüyorum. Herkesin bilip ortaklaştığı değerleri pervasızca din ve imanla sentezleyerek gerçeklikten nasıl bu kadar kopulabilir, kendimi yirmi yıl sonra dahi hala bazen hayretler içinde kalmış halde buluyorum.
İhtimaldir ki, kendisi anlattıklarını gerçek sanıyor olabilir. Erdoğan da yaşına erişmiş her fani gibi yaşı ilerledikçe kendi içine dönerek tanrısıyla yakınlaşmaya başlamış olabilir. Yaşları ilerledikçe dünya işlerinden yavaş yavaş elini çekmeye başlayanların, günlük gerçekliklerden koparak kendi sanrılarını herkesin gerçekliği sanmaları gayet doğal bir fenomendir.
Kaldı ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İmam Hatipli olmaya ve gelecek öngörüsünde İmam Hatiplilere atfettiği pozisyona ben dahil kimsenin diyebileceği bir sözü olacağını sanmıyorum. Kendisi böyle düşünüyor diye savunduklarının doğru olduğu anlamı çıkmamakla birlikte; Cumhurbaşkanı'yla birlikte milyonların içinde bulunduğu ruh halinin duvarlarını ören ve bu milyonların dünyaya bakışını şekillendiren inanca karşı dayanabilecek ne bir sur, ne bir kale ne de bir bayrak var. Çünkü soyut, elle tutulup gözle görülemeyen bu kavramlarla yapılan mücadelenin yel değirmenleriyle dövüşmekten ya da gölge boksu yapmaktan pek bir farkı yok.
Beni asıl hayretler içinde bırakan Erdoğan'ın gerçeklikten kopuk düşünceleri değil. Şaşırtıcı olan, içeride ve dışarıda yüz milyonlarca kişi tarafından ne dediği, niye dediği dikkatle izlenen bir devlet yetkilisinin, bu kadar bariz bir şekilde gerçeklikten kopuk argümanları öne sürerek bunlara herkesin inanmasını beklemesi, istemesi. Kendi şahsi vaziyeti ne olursa olsun, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan birisinin ölçme ve değerlendirmede bulunurken en azından aklını devre dışı bırakıyor olduğu intibaını bırakmaması beklenebilir diye düşünüyorum.
Sayın Cumhurbaşkanının her iki konuşmasının ana fikrini oluşturan millet olma/dindar olma meselesi, sanırım, kafasının en karışık olduğu yer. Beni hayretler içinde bırakan meselenin özü de burada: Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan birisi, milletinin ve devletinin nasıl oluşup, kurulduğunu bilmiyor olabilir mi? Vatan sevgisi, yurttaşlık ile dini inanç arasındaki fark ve nüansları bilmez mi? "Şunu asla unutmayın sevgili gençler; eğer bu topraklardan Müslümanlığı, eğer bu topraklardan ezanı, minareyi, camiyi, Kur’an-ı çekip alırsanız inanın geriye hiç ama hiçbir şey kalmaz. Geride millet de kalmaz, memleket de kalmaz." diyen birisi, bu milletin ve kurduğu devletlerin bunlardan (İslamiyet) önce de var olduğu gerçeğini nasıl göz ardı edebilir?
Özellikle de ordunun tarihte kazandığı savaşları iman gücüne bağladığımızda kaybedilen savaşları nereye koyacağımızı, neye bağlayacağımızı, aklı ve mantığı katlayıp nereye koyduğumuzu siz de benim gibi merak ediyorsunuzdur herhalde?
Çok aşikar olan şeyleri sıralamaya devam etmeyeceğim ama, Erdoğan'ın bu gerçeklerden uzak tespit ve iddialarını yalnızca önümüzdeki seçimlerde yeniden din ve dindarlığı öne çıkarma stratejisinde aramanın da yetersiz kalacağını düşünüyorum. Giderek artan sıklıkta karşımıza çıkan bu tür beyanları, Hulusi Akar'ın, 'eğitimin amacının Allah korkusu aşılamak' olduğuna ilişkin sözleri ve Milli Eğitim Bakanı Tekin'in de 'sessiz sedasız bir devrim gerçekleştirdik' sözleriyle ifade ettiği Milli Eğitim politikalarıyla birlikte değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum.
Umarım yanılıyorumdur ancak öyle görünüyor ki, Erdoğan ve çevresindeki bir takım kişiler, Cumhuriyet'in temellerini yeterince sarstıklarına ve sıradaki atılım için şartların olgunlaştığına inanıyor. Her büyük dönüşümün, bir önceki dönemin meşruiyet kaybından yararlandığı gerçeğinden yola çıkarak, iktidar, kendi büyük dönüşümüne meşruiyet sağlayacak yeni bir gerçeklik yaratmaya çalışıyor olmalı. Buraya gelen yolu, Osmanlı İmparatorluğu'nun, yurttaşlığın karşısında ümmet ve tarikatların konumlandırıldığı mirasına karşı Cumhuriyetin kurucu iradesinin başlattığı, ancak sonrasında zaman zaman kesintiye uğrayan, zaman zaman yanlış yerlere çekilen hesaplaşmanın tamamlanamamış olmasının açtığını söyleyebiliriz.
Bu hesaplaşmayı kaldığı yerden ele almak yerine unutturmaya, çevresinden dolaşmaya çalışan günümüz siyaseti ve muhalefeti de bu ateşe odun atıyor... Erdoğan'a 'Hamas Müslümanlar için, Türkiye için savaşıyor' dedirten, bunu diyecek gücü sağlayan da bu.
Bu şartlar altında ülkenin karşı karşıya olduğu riskin ise yeteri kadar dikkat çektiğini düşünmüyorum. Erdoğan rasyonel davranmıyor ve bu irrasyonalite, fevri, pervasız davranışlarla birleşerek ülkeyi, toplumun büyük bir kısmının (AKP seçmeni de dahil) istemediği, onay vermediği sonuçlarla karşı karşıya bırakabilir, ülkeyi yıkıma götürecek olanların tuzağına çekebilir, ülkeyi yıkıma götürebilir.
Türkiye'nin iki yüz yıllık dış politika yönelimini değiştirme potansiyeli taşıyan bir hamleyle BRICS'e katılma başvurusunu bizler Rusya Dışişleri Bakanı'ndan öğreniyoruz... Bir hafta sonra Hamas'ın İsrail'le Türkiye için savaştığı tarafımıza tebliğ ediliyor... Haberimiz yoktu, öğrendiğimiz iyi oldu. Erdoğan yarın sabah uyanıp 'Madem ki Hamas bizim için savaşıyor, din kardeşlerimize yardım etmek bizim borcumuzdur.' noktasına gelip savaşa dahil olmaya karar verse onu engelleyebilecek bir güç var mı, açıkçası bilemiyorum. Yapılıp yapılamayacağı tartışmaya açık olmakla birlikte esas problem, siyasetin bu konuları tartışmayı yekunen bırakmış olması.
Boş gündemleri, ıvır zıvır konuları, önemsiz sonuçları, magazinsel detayları bırakmalı ve ülkenin en temel meselelerinde tutarlı ve kararlı bir duruş gösterebilecek bir siyasi hat oluşturmalıyız, aksi takdirde üzerinde yürüdüğümüz ip inceldikçe incelmeye devam ediyor.