"Bir çocuk gülüyorsa, bir millet nefes alır.
Bir çocuk öğreniyorsa, bir millet büyür.
Bir çocuk üretebiliyorsa, bir millet ayağa kalkar."
Değerli Okurlar,
Halil Cibran'ın, "Yazık o millete ki, dokumadığı şeyi giyer, ekip biçmediğini yer..." sözünden ilhamla başlattığımız "Yazık O Millete Ki..."¹ yazı dizisine, onun bir başka evrensel gerçeğinden ilham ile devam ediyoruz:
"Çocuklar sizin değildir. Onlar sizden doğar ama sizden gelmezler. Siz yaylarsınız, onlar yaşamın fırlattığı oklar."
Konumuz, "Çocuklarımız"...
Bugün, bilgi, teknoloji ve çıkarlar arasında sıkışmış bir çağın çocuklarıyla karşı karşıyayız. Ama değişmeyen bir hakikat var: Bir milletin yarını, bugünün çocuklarında şekillenir.
Çocuklar, bizden miras kalan bir mülk değil; hayatın bize emanet ettiği taze bir umuttur. Onlar bizim aracılığımızla dünyaya gelir ama bizim kopyamız olmak için değil, kendi yolculuklarını tamamlamak için gelirler. Biz o yolda sadece birer durak, birer yön tabelasıyız.
Cibran’ın dediği gibi, anne baba “yay”dır; çocuk “ok”tur. Ne acıdır ki biz, çoğu zaman o yayı o kadar sıkı gereriz ki; çocuk kendi yolunu değil, bizim korkularımızın hedefini vurur. Oysa sevgi, sahiplenmek değil; bırakabilmektir. Çocuğun özgürlüğü, onun ruhuna duyduğumuz saygının ta kendisidir.
Bir ülkenin ruhunu anlamak istiyorsanız, çocuklarına nasıl davrandığına bakın.” diyen
Nelson Mandela'nın bu sözü, yalnızca bir öğüt değil; bir ulusun çocuklarına ve geleceğe nasıl baktığının da aynası gibidir. Zira, bir toplum, çocuklarına ne kadar alan açarsa; yarına da o kadar umut bırakır.
Bugün, ekranların arkasında büyüyen çocuklara bakarken, bazen kendi yansımamızı görüyoruz:
Daha hızlı, daha parlak, daha “başarılı” bir dünya kurma telaşında çocuklarımızın kalbini unuttuk ki, belki de en sessiz kaybımız, onların çocuk olma hakkını yavaş yavaş elimizden kaçırmamız olsa gerek...
Cibran, “Ruhunuzu çocuklarınıza veremezsiniz, zira onların ruhları yarının evinde yaşar, siz ise dünkü evde.” diyor. Gerçekten de öyle değil mi? Hâlâ kendi çocukluğumuzun hayal kırıklıklarını onlarda tamir etmeye çalışmıyor muyuz?
Çocuk, eksiklerimizi tamamlamak için değil, kendi bütünlüğünü bulmak için var olmalıdır:
Bir çocuğun merak eden gözlerini bastırmak, ya da sadece “uslu” diye övmek onun içindeki yaratıcı ateşi söndürmek değil midir? Özellikle, “başkası ne der?” korkusuyla büyütmekse onu özgürlükten mahrum bırakmaktır.
Sadece bilgi yüklemek değil, kendi seslerini bulmasına da rehberlik eden bir eğitim yerine hâlâ çocuklara düşünmeyi değil, itaat etmeyi öğretmek! Bir taraftan sorgulayan değil ezberleyen; hisseden değil yarışan bireyler isterken “Neden bu kadar mutsuzuz?” diye de hayret ediyoruz.
Oysa, korkudan değil, meraktan öğrenen bir nesil yetiştirerek bir milletin yeniden doğuşuna tanık olabiliriz.
Onlara kendine inanma cesaretini verebilir,
vicdanlı olmayı öğretebiliriz. Zira, vicdanı olan insan, zaten doğruyu bulacaktır. Unutmayın ki, vicdanını kaybeden bir toplum ne kadar zenginleşirse zenginleşsin, inanın ki aslında yoksuldur.
Bu arada, milyonlarca çocuğun; yoksulluğun, ihmalin, şiddetin ve fırsat eşitsizliğinin ortasında büyüyor olmasına tanıklık ediyoruz.
Mesela, kimi okul yolunda aç; kimi evinde şefkatten yoksun, kimi sınav stresi altında ezik...
Büyük çoğunluğu ise ekranların esaretinde çocukluğunu yitirmekte ki, gerçekten
geleceğin yıldızları, bugünün ihmal edilmiş çocukları gibiler... Bir çocuğun gözyaşını kurutmadan, hiçbir kalkınma gerçek olamaz.
Çocuklarımız, DijiÇağ'ın tutsakları... Onlar dört duvar arasında artık birer "Dijital Bağımlı..."
Ekranlar, bir eğlence ve öğrenme aracı olmaktan çıkıp sanal kafeslere dönüşmüş gibi... Çocuklarımız da "oyun oynuyor" sömürüsüyle sanki gerçek bir başarı ya da mutlulukmuş gibi arayışlarının kölesi haline gelmişler.
Böylece gerçek dünyadaki, hayal kurma, sıkılma ve kendi iç sesiyle baş başa kalma gibi hakları elllerinden alınmış olmuyor mu? Bu durum, sadece dikkatlerini değil kendi benliklerinden, gerçek ilişkilerinden ve en derin anlam kaynaklarından da koparmıyor mu?
Dijital dünyanın "sosyal" görünen yalnızlığında, gerçek bir bakıştan mahrum büyüyor olmaları; bu neslin karşı karşıya olduğu en sessiz ve en yaygın ihmal ortamıdır.
Oysa, çocuğun ruhu bir nehir gibidir; önüne ne kadar set kurarsanız, o kadar taşar. Eğer, o nehri korkularla, yasaklarla, ezberlerle ve hatta dijital gürültüyle doldurursanız; huzursuz, odaklanamayan ve yalnız bir nesili karşımızda bulursunuz.
Değerli Okurlar,
Bir diğer önemli konu ise modern dünyanın en tehlikeli sessizliğinin sadece fiziksel değil, psikolojik biçimde de yaşanıyor hale gelmesidir.
Çocukların özgürlüğünü tehdit eden o tehlike kelimedir; paylaşım ve dışlanmadır.
Akran zorbalığı dediğimiz şiddet de, bir çocuğun ruhuna dokunmadan onu içine kapatabiliyor ki, biz çoğu zaman bunu “çocuklar arasında olur” diyerek geçiştiriyoruz. Oysa bir çocuğun alay konusu olması, sadece bir anlık incinme değil bir korku tohumu gibi sessizce büyür ve özgüveni, cesareti ve aidiyet duygusunu da sarar.
Toplum olarak sorumluluğumuz, çocukları sadece korumak değil, birbirine saygı duymayı da öğretmektir: Güvenli okul, güvenli toplum demektir. Victor Hugo'nun dediği gibi, "Bir okul açıldığında, bir hapishane kapanır."
Değerli Okurlar, farklı çağlardan gelen bazı evrensel gerçekler vardır ve çocuğun toplumla olan bağına ve insanlığın vicdanına da dokunurlar.
Bakınız "Çocuk Gelecektir..." diyoruz, bugünün değil, yarının vatandaşlarına dünün yöntemleriyle eğitim verirsek, geleceğimizi kaybederiz.
Eğitim dediğimiz sadece bilgi ya da hayata hazırlık değil hayatın ta kendisidir ve her çocuk, doğru rehberlik altında, hayal edemeyeceğimiz kadar ileri gidebilirler. Gerçek eğitimle; onların zekâsını karakterle buluşturabilmek, farklı yeteneklerinin keşfedilmek önemli, zira
her çocuk kendi ilgi alanında bir dâhidir, bu nedenle onların yaratıcı düşünceye sahip olmaları için ne düşüneceklerini değil, nasıl düşüneceklerini öğretmeliyiz.
Demek istediğim; bir ulusun temeli, çocuklarının ruhuna işlenen eğitimle atılır. Eğitim aynı zamanda erdem kazandırma sürecidir ki, geleceği şekillendirdiğini unutmamalı ve doğa onları özgür yaratmışken onları zincire vurmamalıyız. Elbette, dürüstlüğün altın olduğunu, kaybetse bile onurunu korumanın zafer olduğu da... Zira, bir ülkenin en değerli zenginlikleri onlardır.
Herkes bir öğretmen olmalı:Anne baba, öğretmen, arkadaş... Bilmeliyiz ki, yarınlar, bugünün çocuklarına nasıl davrandığımıza bağlı, herbirinin bir cevher olduğunu bilerek evrenin kapılarını aralamalıyız. Bizler yay, onlar ise yaşamın fırlattığı oklardır ve o okun yönünü değil, uçmasını kolaylaştıracak rüzgârı yaratmalıyız.
“Vatanı korumak, çocukları korumakla başlar” diyen Atatürk’ün yolundan şaşmadan, "İyi bir eğitim alan her çocuk, iyi bir insan olma yolunda gereken kültürü kazanarak hayata çok önemli bir adım atarak başlar. Çocuğun aile içinde aldığı eğitim kadar, okulda aldığı eğitim, öğretmenleri ve diğer öğrencilerle yaşadığı ilişkiler, sosyalleşme de bir çocuğun geleceğini tümüyle etkiler."²
Bilmeliyiz ki, onlar, toplumdaki barışın ve adaletin tek temsilcisidirler. Büyük Önderimiz Atatürk'ün gözünde de sadece birey değil, Cumhuriyet’in en kutsal emaneti ve ülkenin geleceğinin teminatıdırlar. Diyor ki;
“Küçük hanımlar, küçük beyler!
Sizler hepiniz birer yıldızsınız...
O halde, "Bir çocuk, bir öğretmen...
Bir kitap, bir kalem dünyayı değiştirebilir" diyerek güçlerinin farkına varalım. Zira, umudun kendisi, masumiyetin simgelerini koruyalım ve onların gözlerinde dünya yeniden başlasın...
Bir milletin yeniden doğuşu, çocuklarının özgür kahkahasında, merakında, vicdanında gizlidir. Onun iç dünyası, toplumun geleceğinin aynasıdır. Bir milletin çocukları kaygıyla, korkuyla, sevgisiz büyüyorsa, orada geleceğin sesi kısılmış demektir ki, o sessizliğin, yarın bir fırtına gibi geri dönmemesi zımnında hep yanlarında duralım. Ama, Cibran’ın diliyle söylersek: “Yayınızı sevin ama okun gideceği yolu dikte etmeyin.” Zira, o ok belki sizin ulaşamadığınız bir ufka varacaktır. Yay olan bizler, oku ne kadar sevgiyle ve bilgelikle gerersek, o kadar uzağa gidecektir.
Lütfen, hayatın hediyesi çocuklarımıza baktığımızda henüz kirlenmemiş bir vicdan, henüz yalanla tanışmamış bir kalp görelim… Bir milletin kaderinin, çocuklarının hayal gücü kadar olduğunu bilelim ve o gücü karartmayalım. Çocuklarına değer veren toplumlar, insanlığa umut taşır ki, onlara
“Sen bana ait değilsin.
Ben sadece seni sevmekle,
ve yüreğindeki ışığı korumakla yükümlüyüm.” diyelim.
Unutma, “Milletin bağrında tertemiz bir çocuk vardır, o çocuk bu milletin istikbalidir.” derken, özgürlüğü koruyacak tek gücün özgür düşünmeyi öğrenmiş bir çocuğun kalbi olduğunu bilen Atatürk'ün çocuklara adadığı bir bayram, dünyada sadece bizde var: 23 Nisan...
Haydi!
Yaylarınızı sevgiyle gerin ve umut, sevgi, vicdan ve adalet taşıyan oklarınızı uzaklara fırlatın ki;
Hayallerin ötesine, göremediğiniz ufuklara yol alsınlar ve savaşların değil barışın, korkuların değil huzurun, yalnızlığın değil mutluluğun tohumunu eksinler...
Bilelim ki, çocuklarımız da birer ok.
Bırakın; bilimsel, çağdaş ve laik bir eğitimle
kendi yollarını bulsunlar, hayallerini kursunlar ve gerçekleştirsinler.
Yanlarında duralım ve bu yıldızların ışık saçmasına, büyümelerine tanık olabilelim.
Yeter ki, gölge olup harcamayalım.
Olur mu?
Ne dersiniz?
Suat UMUTLU/25 Ekim 2025
Dipnot;
¹ Suat Umutlu'dan..
https://adanaulus.com/kose-yazilari/yazik_o_millete_ki1-163744.html
² Zülal Kalkandelen'den...
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/zulal-kalkandelen/dusun-cocuklarin-yakasindan-2412967