ZEKÂ, BEKA VE AKLIN İNTİHARI

​"Türkiye'de 'sol' denen şey aslında sağ, 'sağ' denen şey de aslında sol'dur." diyor, İdris Küçükömer¹...

Değerli Okurlar,

Bu yazımda;
Evrensel bir insanlık sorgulamasına kapı aralamak.Toplumun aklını yitirmesi, hukukun körleşmesi, liyakatin erozyona uğraması ve vicdanın kaybolması gibi unsurların bir çürüme zinciri olduğunu, insanoğlunun ise  hem kendi sokağında hem de dünyada olup bitenle yüzleşmesi, pasif bir alıcı olmaktan çıkıp, harekete geçmesi, düşünmesi ve  itiraz etmesi  noktasında, Camus’un “Hayatın anlamsızlığına rağmen direnmek gerekir” sözünü hatırlatıp bir feryat, bir ayna ve bir yol haritası olsun ve insanlığın içinde bulunduğu çürümeyi cesurca ortaya koyalım ki,  umudu ve direnişi de hatırlayalım istedim…
*

​"Türkiye'de 'sol' denen şey aslında sağ, 'sağ' denen şey de aslında sol'dur." diyor, İdris Küçükömer¹...

​Günübirlik yaşam ve yorgun ruhlar…
Eğitim sisteminin çöküşü, ekonomik çaresizlik, dış politikada tutarsızlık, iç siyasette kutuplaşma, biat kültürü, Atatürk'ün ve Cumhuriyet’in değerlerinden kopuşlar ki, neticeten normalleşen anormallikler...

​Gerçekten,
Bindik bir alamete kıyamete mi gidiyoruz?
Ya da, tersine bir dünyada ömür tükettiğimizden bir akıl sorunu, bir varlık yokluk sorunu mu ortaya çıktı ki, hâlâ "zeka, beka ve keyifler keka!" modunda gibiyiz?
​Elalem "tesadüfen ölürken bizler tesadüfen mi yaşıyoruz?" , biraz düşünelim mi?

​Değerli Okurlar,
Ne yaşarsak yaşayalım, bilmelisiniz ki;
Bu topraklarda umut, akıl ve vicdanın ışığıyla yeniden doğmak mümkün. Tarihteki örneklerine bakmanız yeterli.

​Ama önce, çağın yaşattığı, o “normalleşmiş anormallikleri” aynada görelim, daha doğrusu 'Hiciv Sözlüğü'müzden üj bej örnekle yazımızın ana temasını zihnimizde tutalım diyorum.

​İşte;
​Adalet: Artık terazi değil, çok çok bağıran haklı...
Beka: Her eleştirinin tek cevabı ama çözümü yok…
Liyakat: CV’deki yeri artık “dayı kontenjanı”...
Eğitim: Ezber kutsal, sorgulamak yasak...
Akıl: Sistem için risk unsuru. Düşünen için tehdit..
Sosyal medya: Dijital gladyatör arenası.
Vicdan: Aranan ama bulunamayan bir değer.
Yoksulluk: İstatistik değil de yaşam biçimi oldu.
Umut: Aranıyor.
İtiraz: Sistem dışı bir refleks olmuş, unutulmuş.
Öğretmen: Maaşla değil, inançla ayakta gibi...
Geçim: “Asgari” yaşam, “asgari” umut demek oldu.
Tarım: İthal domateste “yerli ve milli” etiketi!..
Zam: Maaş artmaz, fiyatlar yarışır.
Orman yangını: Her ağaçla birlikte bir değer yanıyor.
Kadın cinayeti: Haber bülteni rutini. “Yine mi?” sorusu ise duyarsızlığın yankısı.

​İsterseniz,
Bu envanteri, aklın intiharının özeti gibi kabul edin.

​Şimdi de beka nedir? Mert Ciğerli'nin ifadesiyle²;
​"Bir devletin toprak bütünlüğünü, ahdi hukukunu ve anayasal düzenini iç ve dış tehditlere karşı koruması suretiyle hayatiyetini devam ettirmesi anlamında bir kelime olan Beka “Kalıcı-Varlık-Var olmak- Ölmezlik -Sonu bulunmamak” anlamlarına gelse de bugün uluslararası bir siyaset deyimi gibi: devletlerin var olmaları ve varlıklarını korumaları için stratejik proje ve hedefleri...

​Türkiye’nin beka meselesi, bulunduğu coğrafyanın bereketinin, göz kamaştıran potansiyelinin çekim gücünün ürettiği dış ilginin zemin hazırladığı riskler bütünüdür.

​Her şeyden önce beka demek varlığını korumak, bulunduğu topraklarda kalıcılaşmak, tehditlere karşı dirençli olmak demektir.

​Ülke tarihinin her aşamasında diri, canlı bir hassasiyet ölçüsüdür.

​Türkiye’yi merkez alan, Türkiye’yi Türkiye’den yönetme inancının, direncinin ve kararlılığının varlığıyla ortaya çıkmış küresel kuşatmanın karşısındaki direnç noktamızdır."

​"Küresel ve Yerel Kaosun Haritası" noktasında Sadık Çelik³'in tamamlayıcı ifadeleri;

​“İnsanoğlunun istila ettiği bu yeryüzü, artık sadece coğrafyaların değil, dertlerin de haritası. Savaşlar, krizler, açlık, yoksulluk ve yıkım, kıtaları, okyanusları aşıyor.​Küresel güçler, dünyanın efendileri, birbirlerine nükleer tehditler savuruyor; kartlarını saklayıp blöf yaparak dünyayı kendi çıkarlarına göre dizayn ediyorlar:

​Mesela,
Gazze’de, tarihte bile örneğine pek az rastlanan türden bir kıyım ve yıkım var. Şimdilik barış görüşmeleri ve ateşkes kararları gündemde, yarın ne olur derseniz, bilinmezlik...

​Suriye’de de koca bir enkaz, yoksulluk ve göç dalgaları…

​Kısaca, parçalanmış bir coğrafya ve belirsizlik içinde verilen yaşam mücadeleleri var ve bu manzara sadece Ortadoğu’ya özgü de değil. Afrika’dan Latin Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya kadar iklim krizinin, kuraklık ve susuzluğun, ekonomik çöküşlerin, otoriterleşmenin ve savaşların farklı yüzleri yok mu?

​Yerini kaygıya ve öfkeye bırakan, acaba bir "umut" kaldıysa yeniden yeşerir mi bilinmezlik ve belirsizliği içindeki insanlar insanlar...

​Biliyoruz ki, bu sorunlar sadece tarihsel değil günümüzün de birebir aynası...

​Hep geçim derdi, barınma kaygısı derken kabullenilmiş bir kitlesel yoksulluk hali önümüzde: Bir zamanlar tek bir emekçinin omuzladığı beş kişilik ailenin geçimi, bugün beş çift omuza yüklense de zor hale gelmiş...

​Bir taraftan, Anadolu’nun bereketli toprakları boş bırakılmış, köylü tarladan, hayvancı ahırdan soğutulmuş halde, sanki plansızlığın tohumu yıllar önce atılmış ve bugün pahalı sofralarda filiz veriyor gibi...

​Diğer taraftan, ülkenin dört bir yanındaki orman yangınları ki, her kaybolan ağaç, nefesimizi biraz daha ağırlaştırıyor. O alevlerin yalnızca ormanı değil, koruyamadığımız kadınları, aileyi, güveni, barışı, adaleti yani insanca yaşamın kendisini hatırlatmasına ne diyebiliriz ki...

​Adeta, tarımı bilmeyenlerin tarımı, ormanı tanımayanların ormanı yönettiği bir kara düzen gibi...

​Çürüme sadece devletin değil, evlerimizin de duvarlarına sızmış: Sahte diplomalar, taklit imzalar, sınav sorularının el altından servis edildiğine dair şaibeler ki, devlet kurumunun kalbine uzanan kirli eller. Bunlar tek tek skandallar da değildir, görünmezden başlayıp yapının bütününü çürüten vakalardan... Ki, güven sarsıldığında, vatandaşın devlete verdiği rıza da erir, erimelidir de...

​Ama barış;
O, öyle bir değerdir ki, seçim matematiğine, oy mühendisliğine malzeme edilirse içi boşalan bir değer olarak kalır. Son ‘süreç’te siyasi hesaplarla gölgeleniyor gibi olsa da eşitlik ve hakkaniyete yaslanan açık bir toplumsal sözleşme olarak ele alınmalı, ülke adına kararlar alınıp yollar çizilirken, atılan adımların bizi çıkardığı duraklar ise karanlığa çıkmamalıdır...

​Güven sarsılması ya da güvensizlik dediğimiz bozulma bir anda oluşmaz. Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla başlayan bir süreç olabilir mi? Zira, bu enstitüler, Anadolu’nun çocuklarını özgür düşünceyle yetiştiren bir eğitim kurumu idi ve ülkenin en parlak çocukları, devletin en yetkin makamlarına kadar yükseliyordu. Sonra, bu liyakat adım adım törpülendi ve yerini sadakate bıraktı. Bugün ise bu çürümenin sembolü, sahte diplomalara kadar vardı.

​O halde soralım: Acaba, perşembenin gelişi, çarşambadan belli miydi?

​Devletin çürümesiyle bir evin dağılması, aynı hikâyenin iki yüzü gibidir ki, bu yüzden özel hayatımız, aşk da politiktir! Onu, yalnızca iki kişi arasındaki bağ sanırız, oysa görünmez güçler o ilişkinin damarlarına kadar sızar ve sızlatır: ekonomik kaygılar, toplumsal baskılar, dijitalleşme, doyumsuzluk kültürü, şiddet kültürü, eğitim eksikliği, sosyal politikaların yetersizliği vs.

​Bu şiddet, kopuş ve kırılmaların kökünde yalnızca bireysel zaaflar değil, içinde yaşadığımız toplumsal iklim vardır. Evin içindeki huzur, sokağın güveninden beslenir; sokağın güveni ise hukukun varlığından. Zira, ilişkilerin dili, toplumun ruh halinden bağımsız değildir.

​Özel hayat dediğimiz şey, aslında kamusal düzenin en kırılgan aynasıdır. Devletin hukuk terazisi bozulduğunda, evin dengesi de bozulur ki, toplumsal dengeler bozulduğunda da bireyler giderek kendi içine kapanır. İnsan, çevresindeki adaletsizliği değiştiremeyeceğine inandığında ise sığınacağı en dar alanı seçer: Kendi bedeni, kendi arzuları, kendi benliği.

​Diğer taraftan, dijital dünya ve sosyal medya da, bireyi içine kapatıyor; sürekli kendini merkeze koyan, beğeni ve onay arayışıyla şekillenen bir zihin yaratıyor:

Mesela, sosyal medyada bir linç dalgası, gerçek bir diyalog arayışını gölgede bırakıyor ki, o dar alanda, dünyada olup biten savaş, kriz, kıtlık ya da toplumsal adaletsizlikler dahi görünmez hale geliyor.

​Böylece kişi hem toplumdan hem de gerçeğin sert yüzünden kopmuş oluyor ama bilmiyor ki, kendi kabuğunda kurduğu dünya, bir gün dışarıdaki dünyanın çöküşüyle birlikte yerle bir olacak!...

​İşte, yok oluş ne menem şeydir? diye sorarsanız bu olmalı...

Bu arada, modern yani DijiÇağ'ımızda;
dijitale bağımlı bir kölede akıl ve vicdan kalabilir mi? diye de düşünmek gerekir. Belki de yokoluşun bir sebebi de "Aklın İntiharı" ile gelen bu bağımlılıktır...

​Konuya bir anekdotla ekleme yapalım:
​"Kanunî Sultan Süleyman her nedense imparatorluğun birgün çökebileceği kaygısına kapılmış. Bunun koşullarını zamanın âlim ve bilge kişisi Yahya Efendi’ye sormuş.

​Yahya Efendi şu yanıtı vermiş:
-Sultanım, eğer bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık yaygınlaşırsa, kuzuları kurtlar değil de çobanlar yerse, devletin hazinesi boşalırsa, yoksulların ve kimsesizlerin feryadı göklere yükselirse, halkın devlete olan güveni ve saygısı azalırsa, bütün bunları görüp işitenler de “neme lazım” derse çöküş başlamış demektir."

​Değerli Okurlar,
Yalnızca bedenlerimiz değil, aklımız da yorgun.
Bir toplum düşünün, sabah işe gitmek için uyanıyor ama yaşamaya uyanmıyor olsun ya da bir ülke düşünün, gençleri geleceği değil, kaçış rotasını konuşuyor olsun...

​Aklın, üretimden çok öfkeye, savunmaya ve nefrete hizmet etmesi ve sosyal medya algoritmalarının da bu kutuplaşmayı körüklemesi sadece bir kriz olamaz, bir varoluş meselesidir ama 'varoluş' denilince de aklınıza ilk olarak sadece sınırlar gelmesin. Gerçek varoluş, bilincin, vicdanın ve hukukun da korunmasıyla ilgilidir. Bir toplumu çökertmek için içerden 'aklın intiharı' maalesef yeterlidir.

​Elbette devletin gücü, ülkenin birliği esastır ancak, hukukla ve liyakatle perçinlenmemiş her güç, kendi ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdur. Toplum aklını yitirdiğinde, en sağlam kaleniz bile bir gün yıkılır ki, bugün, aklın yavaş yavaş intiharına tanıklık ediyor gibiyiz. Sanki, bir gerilim teli var ve toplumun sinir uçları yanmakta...

​Sadık Çelik’in vurguladığı gibi toplum bir gerilim teline döndü; dokunan yanıyor, çekilen tınlıyor, kimse sesin sahibini ayırt edemiyor.

​Türkiye’nin röntgeni gibi:
Hepimiz gergin, tahammülsüz ve kırılganız. Birbirimize değil, sadece suretlerimize bakıyoruz. Toplumsal dilimiz, düşüncenin değil öfkenin dili gibi. Cümlelerimiz kısalırken anlamları ağırlaşmış halde. Oysa bir toplum önce dilden düşer derler; işte biz, kelimelerimizin altından çekilen zeminde öfkelenen ve debelenenler olduk.

​Nietzsche⁴’ün uyarısı var; " suskunlukla söylenen yalanlar en büyük savaşları doğurur."
​Bu suskunluk, öfkenin mayasıdır ama bu öfkenin altında biriken eksiklikler ise sevgi yoksunluğu, kimlik boşluğu ve güçsüzlük korkusudur.
​Bu öfke, bu kaygı maalesef, yıkıcılıkla telafi edilmeye çalışılan ve kendi eksikliğini, başkasının yüzünde çiziklere dönüştüren bir psikoloji olmuş...
​Ne kadar doğru!
​Kişi; varlığını bilgiyle, üretimle, fikirle değil de güçle, öfkeyle, tahakkümle tanımlıyor ve bu toplumsal bir cinnetin de habercisi oluyor ve bugün aklın kaybı söz konusu ise yaşadığımız her sorunun temelinde zihinlerdeki bu çöküş mü yatıyor?

​Değerli Okurlar,
​Zihinlerdeki çöküş dedik, aklın kaybı dedik vs.
​Eğitim, bir toplumun hafızası, refleksi ve düşünce biçimidir. Eleştirel düşüncenin yerini ezber, sorgulamanın yerini biat aldığında, akıl bir ‘risk unsuru’na dönüşür. Mesela, çocuklara soru sormamayı öğreten bir eğitimden, düşünen bireyler yerine itaatkâr kalabalıklar çıkar.

​Cemil Meriç⁵’ün bir uyarısı da bugüne ışık tutuyor: “İzmler, idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.”

​Akıl, liyakat ve hukuk...
Eğer bir ülke bu üç sütundan birini kaybederse beka dediğimiz, varoluşun bir yanılsamaya dönüşeceği açıktır...

​Bir Devleti ayakta tutan şeyler;
İyi işleyen mekanizmaları, liyakat, hesap verebilirlik ve hukukun üstünlüğüdür.

​Mesela, hukukun başına, görevi liyakate göre değil de itaat ve ödüllendirmeye dönüşmüş isimleri koyduğunuzda ya da bilimi rafa kaldırıp hurafeyi yükselttiğinizde, o ülke yavaş ama geri dönülmez bir çöküşe doğru yol almaz mı? Akıl yoksa, hukuk körleşir ve yok olur ki, varoluş da anlamsızlaşır. Zira hukuk, bilincin toplumsal biçimi, düşüncenin somut halidir ve bu bağ koparsa, geriye sadece korku kalır.

​Elbette devlet de hata yapabilir, ama sessizlik daha büyük bir suçtur. Hesap sormak, devlete düşmanlık değil, yurttaşlık hakkıdır.

​Neredeydiniz?
Ne kadar güçlü bir cümle, öyle değil mi?

Vatandaşın bu sorusu: bir isyan değil demokrasinin refleksi olması gerekirken, bizde yerini iç çekişmelere bırakmıştır.

​Toplumsal duyarlılıklar ise sosyal medyanın öfkesine sıkışmış gibi... Mesela bir ölüm karşısında dahi iki gün üzülüp üçüncü gün “unut” moduna geçen bir toplum haline gelmedik mi?

​Unutmak bile hayatta kalma stratejisi haline gelmişse, bu sessizlik sadece korkunun değil, sistematik bir duyarsızlaştırmanın da ürünü olmalıdır.²

​William S. Burroughs⁶, “Korkunun kokusunu alırlar. Korkunun olduğu yerde otorite vardır.” diyor.
​Artık, yaratılan bu sessizlik, sadece korkunun değil; alışkanlığın da ürünü oluyor ve olağanlaşıyor, yapılan haksızlıklar sıradanlaşıyor, sonunda öyle bir noktaya geliyoruz ki, “normal” sandığımız şey, aslında uzun süreli bir cinnetten farksızmış...

​Yine,
​“Besle, büyüt ve çök.³”
​İktidarlar önce belli çevreleri besler, büyütür. Bu, bir kanser hücresini besleyip büyütmeye benzer. Kontrolden çıktığında ise artık tüm bedeni ele geçirmiştir ve çöküş kaçınılmazdır. Sonra o güç fazla geldiğinde de üzerine çöker.

​Bu düzenin dışında kalanlar, alın teriyle, emeğiyle, vicdanıyla ayakta kalmaya çalışan insanlardır ama bu sistemde artık dürüstlük cezalandırılmış, yolsuzluk ise ödüllendirilmiştir ki, işte bu cezasızlık kültürü de en tehlikeli virüslerdendir. Zira, bu cezasızlık, suçu normalleştiriyor, ahlaksızlığı da meşrulaştırıyor.
​Ve, zamanla hukuk değil, korku hüküm sürer oluyor: sokakta “adamın”, “çetenin”, “patronun” kurallarının geçerli olduğu böyle bir ülkede, şiddet artık iletişim biçimi gibidir ki, söz konusu olan, bugün akıl erozyonu, bilinç yorgunluğu yaşıyor olmamızdır. Zira, her gün hayatta kalma mücadelesi veren, yarınını göremeyen bir insan için uzun vadeli düşünmek, sorgulamak mümkün olabilir mi?

​Artık, akıl hayatta kalma refleksine yenik düşmüştür ve bu, yoksulluğun da en tehlikeli sonucu oluyor, "aklın esir alınması"..

​Yani, bilincin yerine refleks, düşüncenin yerine slogan, bilginin yerine inanç geçmiş ise: varoluş da yok oluş da, aklın sonucudur. Bilinci körelmiş bir milletin hiçbir sığınağı kalmaz, kalamaz, her şey pamuk ipliğine bağlı gibidir. Pamuk ipliğiyle yönetilen bir ülkede de en küçük sarsıntı dahi felakete dönüşür ve bedelini de “sessiz çoğunluk” öder...​Aklın yerini teslimiyet aldığında, beka da bir hikâyedir, bir masaldır.

Albert Camus⁷'un dediği gibi, bir çağın isyan için sayısız nedeni varken, susmak anlamsızdır.
ve bir ülkenin gerçek gücü, öfkesini ne zaman ve kime yönelteceğini bilen halktadır².

​Yaşadığınız ülke, sürekli “sabır” diyerek sabır taşına dönüşmesin ve insanları da her haksızlığa “kısmet” diyerek yaşamasın!

​Meğer ki, bu sessizliğin, böyle ağır bir bedeli varsa,
Aklın, vicdanın ve cesaretin rehberliğinde;
Bu toprakları yeniden umudun yurdu yapma vaktiyse
Yetti gari! diyebilirsin.

​Değerli Okurlar, insanız. Öyle değil mi?
Filozoflara göre insan bir “hayvan.” ve kimi düşünen, kimi sorgulayan, kimi seven, kimi isyan eden...

​Aristoteles⁸, Politika adlı eserinde bir adım ileri gidiyor ve “İnsan politik bir hayvandır” diyor. “Logos”u yani söz, akıl yürütme, düşünme ve anlam verme yetisini ayırt edici özellik olarak tanımlıyor ki, insan sadece içgüdülerle değil, yüksek düşünceyle yaşayan bir varlık olmalıdır.

​O halde, biz o aklı ne yaptık?
Acaba,
Nietzsche’ün ironik üslubuyla ima ettiği gibi, insan üstinsana ulaşmadığı için hayvanlığında mı kaldı?

Bu ifade, sokağın cehaletine de felsefi bir ayna tutar gibi olsa da temelde Aristoteles’in tanımı ön plana çıksın ve "İnsan akıl taşıyan hayvandır." diyerek
soralım:

Bu akıl, insanı insan yapar mı, yoksa sadece taşınan bir yük mü?

Bir akıl, kendi yarattığına neden köle olur ki? Tüm aklını verdiğinden midir, o öfke o şiddet?

​Düşünün,
Bindik belki bir alamete ama rota hâlâ elimizde:
aklın, adaletin ve vicdanın yolu...Bu yol, mesela anlamaya çalışmaktan, haksızlık karşısında ‘bana dokunmuyor’ demek yerine itiraz etmekten geçer.

​Zaten Albert Camus'da, "Hayatın anlamsızlığına rağmen direnmek gerekir.", yani insan “itiraz eden bir hayvandır” diyor.

​Karl Marx⁹ ise insanın özünü savaşta bulmuş, insan “mücadele eden bir hayvandır” diyor.

​Elbette ki,
Erich Fromm¹⁰’un sevgiyi eylem olarak tanımladığı gibi, insan bir “seven hayvandır” diyelim...

​Vee,
Biz aklımızı, vicdanımızı, umudumuzu kime emanet ettik? Bir lidere mi, hukuka mı, yoksa sosyal medyaya mı?

​Cevabı geciktikçe öfkenin içimizde kök saldığını ve önce reflekslerimizi sonra alışkanlıklarımızı ele geçirdiğini ve bir sabah uyanıp aynaya baktığımızda da gördüğümüz şeyin "normalleşmiş anormallikler"... olduğunu görmekteyiz.

​Oysa,
Öfkenin bastırılacak değil; yönetilecek bir duygu ve medeniyetin de bu öfkeyi kurala ve anlama bağlamak olduğunu, gücün değil, "ölçünün dili" konuştuğunda toplumun nefes alabileceğini bilelim.

​Değerli Okurlar, umut aramak, varoluş refleksidir ama umutsuzluk, zekânın da bekanın da sonu demektir ki, onu kaybettiğimiz gün, düşünme yetimizi de kaybederiz.

​Yorulduk, evet; ama hâlâ geç değil.
Bir ülke, aklını ve vicdanını yeniden hatırladığı gün, o pamuk ipliği güçlenir.

​Unutmayın,
Bu topraklar, ne zaman akıl kararmışsa, vicdanın ışığıyla yeniden doğmuştur. İhtiyacımız olan şey, aklın cesaretidir ve bir gün sokakta, okulda, adliyede, sandıkta yeniden doğacaktır.

​Değerli Okurlar,
​Bu yazımla, özellikle aklın sadece teknolojiyle değil, vicdanla, hukukla ve sevgiyle anlam bulduğunu, kaynak görüşlerden de yararlanarak, toplumun gerilim teline dönüşen öfkesinin ancak adaletle ve diyalogla çözülebileceğini, teknolojinin bu yolda bir araç olabileceğini, ama asıl meselenin, insanın kendi “logos”unu, yani akıl ve sözünü yeniden bulması olduğunu ve Atatürk’ün “Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır. Ben hiçbir zaman umudumu yitirmedim.” sözü ile Albert Camus’un "Hayatın anlamsızlığına rağmen direnmek gerekir." diyen o isyanıyla birleşen bir çağrıyı ve hepimize düşen görevi hatırlatmak istedim.

​Bir anlamda insanın, toplumun ya da Devletin;
"olmak ya da olmamak!" kavgası...

​Değerli Okurlar,
Beka ya da 'beka sorunu' denilince ne anlıyoruz ve
görev ve sorumluluklarımız nedir? diyerek Mert Ciğerli'ye yeniden söz verelim²;

​"Beka meselesi; her türlü güçlüğe göğüs germek, zorluklar karşısında yılmamak, her türlü küresel kuşatmayı püskürtmenin yeminidir.

​Ülkemiz için istiklal yürüyüşünün kararlılığıdır. Terör örgütleriyle Türkiye’ye diz çöktürtmenin şer çabası karşısında “ya istiklal ya ölüm” diyebilenlerin haykırışıdır.

​Emperyalizme, küresel sömürü baronlarına karşı mazlum halkların nefesi, özgüveni, direnci olmanın kararlılığıdır.

Yeniden milli mücadele, yeniden Çanakkale ruhunun dirilişi, geleceğine sahip çıkma bilinci, geleceğini başkalarının boyunduruğuna sokmamanın direncidir.

Şuur işidir, uluslararası ortamın bir bilek güreşi sahası olduğu gerçeğinin kavranmasıdır.

​Algılarla gerçekleri örtmeye çalışanların maskelerini indirmenin mücadelesi,  millet iradesine saygı duymayanların, zorbalıkla, kaosla, fitne fesatla, ayrıştırmalarla iç çekişmeleri, iç çatışmaları üretme çabalarına karşı duruşun kararlılığıdır.

​Beka meselesi; tüm bu hakikatler ortadayken, hiç kimsenin kendi şahsi çıkarının ihyası için kullanabileceği, siyasi hokkabazlığının malzemesi yapacağı bir araç da değildir.

​Türk Milletinin, devletinin ve kendisinin bekasını koruyacak gücü ve kudreti vardır. Yeter ki; milletin ve devletin bekasını tehlikeye sokanların gerçek yüzünü görelim ve anlayalım...

Kısaca,
​Beka meselesi; yüreğiyle, zihniyle bu topraklara bağlanmışların bağımsızlık ruhunun yükselişidir, adıdır."

​Ama unutmayalım,
İnsan düşünen, sorgulayan, seven ve isyan eden bir hayvandır ama Camus’un dediği gibi, “Hayatın anlamsızlığına rağmen direnmek gerekir.”⁷

Öyleyse, aklımızın ve vicdanımızın cesaretiyle, 
tüm haksızlıklara;
Devlet olarak, kişi olarak sesimizi yükseltelim...

Susmak değil itiraz etmek,
Unutmak değil hatırlamak,
Öfkelenmek değil sevmek için,
Aklımızın ve vicdanımızın cesaretiyle:
“Yetti gari!”

​Suat UMUTLU / 13 Ekim 2025

​Dipnotlar:
​¹ İdris Küçükömer: Türk iktisatçı ve düşünür.
² Mert Ciğerli: https://www.tunaydingazetesi.com/makale/2123/gunlerdir-aylardir-konusulan-beka-nedir/
³ Sadık Çelik: Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı. İlgili yazıları: https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sadik-celik/ofkenin-ikliminde-yasamak-adaletin-suskun-zorbanin-gur-oldugu-bir-ulke-2442318 ve https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sadik-celik/asktan-ote-dertler-2426229
⁴ Friedrich Nietzsche: 19. yüzyıl Alman filozofu, güç ve irade üzerine yazdığı eserlerle modern felsefeye yön vermiş, bireyin kendi değerlerini yaratması gerektiğini savunmuştur.
⁵ Cemil Meriç: Dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış bir düşünce adamıdır.
⁶ William Seward Burroughs: Amerikalı roman ve deneme yazarı.
⁷ Albert Camus: Varoluşçuluğun öncülerinden sayılan Fransız yazar ve filozof.
⁸ Aristoteles: Antik Yunan filozofudur. Bilgiyi deneyimle temellendiren sistematik bir düşünce kurmuştur.
⁹ Karl Marx: Sınıf mücadelesi ve tarihsel materyalizmin kurucusu olan Alman filozof ve ekonomist. Kapitalist sistemin eleştirisini yapmıştır.
¹⁰ Erich Fromm: Psikanalist ve sosyal düşünürdür. Sevgi, özgürlük ve insan doğası üzerine etkili analizler yapmıştır.


SUAT UMUTLU

13.10.2025 18:37:00

YAZARLAR


“SARIÇAM’DA YEŞİLÇAM AKŞAMLARI”

KIŞ GELMEDEN KOMBİ VE BACA BAKIMINIZI YAPTIRIN

ALTIN PORTAKAL’IN ULUSLARARASI YARIŞMASI’NDAKİ FİLMLER AÇIKLANDI

ADANASPOR FETHİYE’DE 7-0 MAĞLUP

SELAHATTİN ÇOLAK ADANA VERGİ REKORTMENLERİ LİSTESİN DE

GEÇER, SÜMER VE NURAY KARALAR İLE HALK TV’DE

MANDALİNANIN İHRACAT YOLCULUĞU BAŞLIYOR

ADANA TAŞKÖPRÜ

OTURMAKTA BİLE GÜÇLÜK ÇEKİYORSANIZ, DİKKAT!

Nurettin ÇELMEOĞLU Yazdı/ KADANA’NIN EKONOMİSİ ESKİSİ GİBİ ŞİMDİ DE PAMUĞA BAĞLI

O TABELAYA YENİDEN “NESRİN OLGUN” YAZILDI

MEME KANSERİNDE SLOGAN: FARKINDA OL, HAREKETE GEÇ

AK PARTİ’DEN ADANA’DA DANIŞMA MECLİSİ TOPLANTISI

“ADANA TARIMINI YENİDEN MARKALAŞTIRMALIYIZ”

KIVANÇ: CEYHAN–YUMURTALIK, TÜRKİYE’NİN ENERJİ VE KİMYA MERKEZİ OLACAK

ADANA’DA SIRADIŞI SERGİ

Doç. Dr. Ergül HALİSÇELİK Yazdı/ AÇLIK SINIRI TÜRKİYE'NİN STANDARDI OLDU: GEÇİM DEĞİL, HAYATTA KALMA MÜCADELESİ