"Ne mutlu hakikati arayana..."
Hakikat, sadece bir bilgi değil; aynı zamanda bir toplumsal mücadele biçimi ve peşine düşerken, meselenin sadece bir “yalan–doğru” karşıtlığı olmadığını da görmek ve nasıl inşa edildiğine, nasıl bozulduğuna ve nasıl savunulması gerektiğine dair bir yol haritasının çizilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Diyaloglarda olduğu gibi,
"Vallahi, billahi" hakikati yazanlarla, hakikati gizleyenlerin savaşı bu hayat... "Hakkaten deyom!"
Kimileri iktidar için hakikati eğerken, kimileri de bir doğrunun peşinde ömür harcıyor ama biliyoruz ki,
Her çağın bir Galilei’si, her toplumun bir suskunu, her devrin bir susturanı da oluyor,(1)
Mesela,
Galileo, yalnızca bilim adına değil; sorgulama hakkının simgesi olarak susturulmadı mı?
Demek ki hakikatin sesi, iktidarın tahammül sınırlarını da ortaya koyuyor.
Bazen gürültülü bir yalana karşı sessiz bir direniştir ve her zaman açıkça yalanla savaşmayan bir cümle, bir deyim, bir dolaylı anlatımdır:O hakikati gölgede bırakan...
Topluma “durumlar böyle”, “her yerde böyle”, “bize ne düşer” gibi kabulleniş içeren kalıplarla susturulmuşluk enjekte eden bu gibi sıradan ifadeler, toplumsal düşünceyi bloke eden adeta dilsel virüslerdir.
Unutulmamalıdır ki,
Dil, düşüncenin taşıyıcısıdır,(2).
Korku ve kadercilik kokan ifadeler yalnızca bireyin değil, toplumun da düşünce yetisini kilitler. Bugün birçok siyasal manipülasyonun ilk aracı kelimelerdir ve bu yüzden hakikati ararken kullanılan dile şüpheyle yaklaşmak öncelikli olmalıdır.
Dil, bir toplumun düşünsel sınırlarını belirler.
"Milletin dili, kültürünün ve düşüncesinin aynasıdır. Dili yozlaşan bir millet, kimliğini de kaybeder." – Mustafa Kemal Atatürk
*
Artık, hakikat yalnızca susturulmuyor, aynı zamanda başkalaştırılırken kelimeler de doğruyu gizlemenin yeni aracı...
Sansür, sadece yasaklamak değil; hakikati yeniden tanımlamak, içini boşaltmak ve onu “masum” bir yalanla değiştirmek halini alır oldu;
Mesela yolsuzluk, “usulsüzlük” oldu.
Sürgün, “görevlendirme.”
Zulüm, “güvenlik önlemi.”
Savaş, “operasyon.”
Yoksulluk, “geçici dalgalanma.”
Sansür, “toplum hassasiyeti.”
Zam, "fiyat güncellemesi."
Ve hakikatin kendisi, “algı operasyonu” ilan edildi ki,artık sadece saklanmıyor, aynı zamanda kurgulanıyor da...
Böylece insanlar neyin doğru neyin yalan olduğunu ayırt edemez hale geliyor, zihinler bulanıyor ve duygular yönetiliyor.
Ve en tehlikelisi nedir, biliyor musunuz?
İnsanlar artık hakikati değil, hikâyeyi önemsiyorlar.
Oysa,
Hikâye, zihni rahatsız etmeden yönlendirebilir; hakikat ise bir sorgulama çağrısıdır.
*
"Hakikati kabullenmek cesaret ister, yalan ise konforlu bir sığınaktır."
Bir toplumun hakikat ile yüzleşmek yerine yalana sığınması bir tercih midir?
Hakikat, hesaplaşma gerektirir; yalan ise rahatlık sunar ki cevabı bu olabilir mi?
Kimi zaman ekonomik yetersizlikler, kimi zaman korku, kimi zaman da umut eksikliği de toplumu kolay kandırılabilir hale getiriyor diyebiliriz.
Freud’un bastırma teorisine göre de insan zihni acı veren gerçekleri dışlamaya meyilli olup bu yüzden toplumlar yalanla korunmak istiyor olabilir.Zira birey, zihinsel olarak zayıflatıldığında asla sorgulamaz ve kabullenir ki bu yüzden hakikatle yüzleşmek istemeyen toplumlar da farkında olmadan zalimin sözcülüğünü yapmaya başlar. Yani düşünmek yerine inanmayı seçen, araştırmak yerine duymayı yeterli gören, hakikatin değil yalanın kalabalıklardır:
Yalan, umut verir ama yalnız bırakmaz,(3).
Ama hakikat?
Rahatsız eder,sorgulatır,sessizliği bozar ve yalnız bırakır.
"Bir millet, büyük hedeflere ancak hakikatle ulaşabilir. Yalana dayanan her düzen çökmeye mahkûmdur." (4)– Mustafa Kemal Atatürk
*
Hakikati Söylemenin Bedeli !
Hakikati dile getirenler tarih boyunca yalnızlaştırılmış, yaftalanmış, susturulmuş...
Bu sadece otoriter rejimlerin değil, toplumsal yapının da ortak refleksi, zira hakikat, itiraz eder, hatırlatır ve hesap sorar ki, bu da çoğu kez rahatsızlık verir.
Bu nedenle,
Sistem, hakikati dillendirenleri “hain”, “bozguncu” veya “muhalif” gibi kavramlarla etkisizleştirmeye çalışır.
Sosyal medya linçleri, işten çıkarmalar, soruşturmalar, hatta tehditler bu baskının araçlarındandır.
Ama unutmamalı ki her susturulan ses, bir gün duyulur ve yankı bulur ve bazen o söz, bir halkı uyandırır;
Uğur Mumcu, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” dediğinde, bir zihniyetin cehaletine değil, bir milletin uyanışına sesleniyordu.
Her ülkenin Galileo’su vardır ve çağının karanlığına mum tutarken, önce görmezden gelinir, sonra susturulmak istenir, zira sistem, sorgulamayı değil, biatı sever.
*
Hakikat, yalnızca duygusal bir kabulleniş değil, evrensel bir sistemin parçasıdır.
Bilimle test edilebilir, vicdanla hissedilebilir ve ahlakla yaşatılabilir olmalıdır(5).
Zira bu üç sacayağından biri eksikse, ortada hakikat değil, onun suretine bürünmüş bir yanılsama vardır.
Bilim, gözlemle, deneyle ve sorgulamayla güçlenir. Bilimin sustuğu yerde, inanç değil; sahtekârlık konuşur.
Vicdan, bilginin ötesinde, doğruyu hissedebilen bir yürek ister.
Ahlak, bir şeyin “doğru” olmasının ötesinde, onu “haklı” kılacak değerdir.
Aydınlanma düşüncesinde;
Bilim hakikati arar, vicdan doğruya yönelir, ahlak onu yaşama geçirir.
Bunlardan biri çökerse, hakikat; algıya, yalana ve zorbalığa teslim olur.
Elbette ki bilgi tek başına yeterli değildir,onu nasıl kullandığınız, hangi değerle tarttığınız da önemlidir, zira vicdanı olmayan bilgi, zulme hizmet eder.
Bu, insanlık tarihinin defalarca tekrarladığı bir felakettir.
"Manevî mirasım bilim ve akıldır." – Mustafa Kemal Atatürk
*
"Geçmiş, hakikatin en sessiz şahididir."
Hakikatin izini sürmek, sadece bugüne bakmakla olmaz.
Geçmişin tozlu sayfaları, bize bugünkü suskunlukların da kökenini gösterir.
Yalanın iktidara gelişi, hakikatin zindanlara atılışı, her çağda benzerlikler taşıyor;
Baskı ve manipülasyon biçimleri değişse de mantığı sabit ve hakikat hep tehdit olarak görülmüş.
Unutulmamalıdır ki, tarihi anlamayan bir toplum, bugünün aldatmacalarına da yenik düşecektir.
Mesela,
Dün "şeriat gelecek" korkusuyla susanlar, bugün "ekonomik istikrar bozulur" diyerek susuyor,(6).
Ama tarih hep aynı şeyi yazar:
Hakikati görüp susanlar, sonunda onun altında kalır.
*
Sonsöz ;
Hakikat, zorlu bir yol ve onu aramak, bulmak ve söylemek de cesaret isterken, susmak ise zalime alan açmak, yalana omuz vermek değil midir?
Hakikati yazanlarla, hakikati gizleyenlerin savaşı bu;
Kimileri iktidar için eğiyor gerçeği, kimileri bir doğrunun peşinde ömür harcıyor.
Elbette ki,
Her toplumun suskunu da susturanı da var, sen hangi taraftasın?
İşte bu yüzden:
Ne mutlu, hakikati arayana...
O'na kulak verelim :
"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır." Atatürk
Suat Umutlu
20 Temmuz 2025
__
(1) Galileo, yalnızca bilimsel gerçekleri savunmadı; iktidarın bilgi üzerindeki tahakkümüne karşı çıktı. Her dönemde hakikati savunanlar, önce yalnızlaştırılır, sonra susturulmak istenir. Bu tarihsel döngü, özgür düşüncenin bedelinin sürekliliğini gösterir.
(2) George Orwell’in “Newspeak” kavramı, otoritenin dili daraltarak düşünceyi kontrol etme stratejisini simgeler. Dilin yozlaşması, düşünce özgürlüğünün gerilemesidir.
(3) Bilişsel rahatlık ilkesi, insan zihninin karışık ve tehdit edici gerçekler karşısında daha basit, huzur verici anlatılara yönelme eğilimini tanımlar. Yalan bu noktada psikolojik bir konfor sağlar. Bu eğilim, Freud’un bastırma kuramıyla da örtüşür: İnsan acıyı bastırır, rahatlatıcı yalanlara tutunur.
(4) Bu ifade, Atatürk’ün bilgi, ahlak ve eylem üçgenindeki düşünsel mirasını yansıtır. Hakikate dayanmayan hiçbir düzenin kalıcılığı yoktur; zira yalan sistemler, eninde sonunda çelişkileriyle kendi zeminini sarsar.
(5)Aydınlanma düşüncesi, hakikatin üç temel üzerinden inşa edilmesini önerir: bilim objektif sorgulama, vicdan ahlaki sezgi, ahlak evrensel değerler.
(6)Toplumlar farklı dönemlerde farklı gerekçelerle susturulurlar; fakat mantıksal yapı benzer kalır. Bu, Michel Foucault’nun “iktidarın söylemi yeniden üretme” kavramına benzer: Otorite, farklı kavramlarla aynı kontrol mekanizmasını işler hale getirir.