SUAT UMUTLU

Tarih: 24.12.2025 21:24

MİZAN / KAYBOLAN İÇ SESİMİZ

Facebook Twitter Linked-in

​"Okumak;  modern dünyanın ruhsal haritasında, insan olma çabasında anlamlı bir yolculuğa çıkmaktır."*

​Değerli okurlar,
​Günümüzde bilgi akışının baş döndürücü bir hızda ve yoğunlukta olması düşünme, anlama ya da bir diyalog kurma alışkanlığımızı zayıflatıyor olmasında asıl sorunun; insan beyninin sadece hazıra alışması değil de, içsel derinliğini keşfetmek için gereken sessizliği ve sabrı kendimize çok az tanımak olduğunu, bilginin niteliğindeki bu dönüşümün ise insanlığın manevi kaybı oldugunu düşünüyorum.

​Blaise Pascal¹,  "İnsanlığın tüm sorunları, kişinin tek başına bir odada sessizce oturamamasından kaynaklanır." derken,  acaba o sessizlikte kendimizle karşılaşmaktan korktuğumuz için, dikkatimizi ekranların gürültüsüyle boğuyor olabilir miyiz?

Her ne kadar, basit bir aritmetik işleminde bile zorlanan, dikkati parçalanmış, sabırsız bir zihnin; okuduğunun derinliğine dalabilmesi zor olsa da, T.S. Eliot’²ın bir sorusunun, bugün hiç olmadığı kadar anlamlı olduğu da kuşkusuzdur. Diyor ki;

"Bilgide kaybettiğimiz bilgi nerede? Bilgelikte kaybettiğimiz hayat nerede?"

​Eliot’ın 'Koro’dan Rock’a' şiirinde dillendirdiği bu trajik dönüşüm, modern zamanların en büyük paradoksunu özeti olsa gerek. Yani, Bilgelik → Bilgi → Enformasyon.

​Elimizde enformasyon dediğimiz teknik veri ve haber yığınları gani ama hayatı anlamlandıran bilgiye dönüşmüyor. Daha da vahimi, ahlaki derinlik ve anlayış anlamına gelen "bilgelik" de giderek kayboluyor. Esasen batı toplumu için, teknolojik ilerlemeyi ruhsal ihtiyaçların önüne koyarak araçsal aklın esiri olmadı diyebilir misiniz? Araçlar dediğimiz teknoloji, veri vb. amaçlara yani bilgeliğe,  iyi yaşama hükmetmeye başlamadı mı? İnternet ve sosyal medya bu patlamayı yaratırken; derin düşünce, eleştirel analiz ve bilgelik arayışımız geri planda kalmıyor mu?

​Özetle; daha çok şey "biliyor" ama daha az anlıyoruz. Daha çok veriye sahipken, daha az hikmetliyiz ki, bu kaybolan iç sesimizin ardındaki en büyük boşluk olmalı...

Modern hayatın parçalanmış, iletişimsiz imgeleri de adeta insanın tereddüdünü, sosyal kaygısını ve eylemsizliğini zihnimize ve  yüzümüze vuran bir ayna gibi...

​Peki bu gidişatın önüne nasıl geçebiliriz? Beynimizi yeniden faal hale getirmek için ne yapmalıyız? Bu soru, hepimizin omuzlarındaki en ağır sorumluluk olmalı diyerek;

​Çözüm, karmaşık teorilerde değil de basit ve günlük pratiklerde yatıyor ve bu yolda en büyük engelimiz ise zamanın avuçlarımızdan kayıp gitmesidir. Seneca'³nın dediği gibi: "Yaşamayı öğrenmek bir ömür sürer; en çok şaşıracağınız şey ise, ölmeyi öğrenmenin de bir ömür sürdüğüdür." Gerçekten dikkatimizi ekranlara kurban ederek yaşamayı değil, sadece vakit öldürmeyi öğreniyoruz.

Bu nedenle;
​İnsanların günlük dilinde, kendi dertlerinde kendilerini görmelerini sağlamalıyız. Mesela, onlara "doğru soruları" sordurmakla başlasak ve cevapları dikte etmek yerine soru sorduran metinler inşa etsek, o insan kendi içinde bir cevap aramaya başlamaz mı? Bu arayışın da zihni faal hale getiren en güçlü mekanizma olduğunu bilmeliyiz.

Yine kısa, duygu yüklü ve açık uçlu metinlerle bir kapı aralamak bir tercih olabilir.
​En güçlü dil aracımız ise insanı derin düşünmeye zorlayan basit bir bağlaç: "Zira". 
Mesela, "şunu seviyorum" demek yerine "Şunu seviyorum, zira..." demeye başladığımız anda, kendi duygularımızın kaynağına doğru bir iç yolculuğa çıkarız ki, bu ilk adım, aynı zamanda Eliot'ın "Nesnel İlişki" dediği şey yani duygularımızı doğrudan haykırmak yerine, onları uyandıracak somut bir anı, nesneyi veya sessizliği aramak. İşte, "bugün yorgunum" demek bir enformasyondur ama "bugün yorgunum, zira ruhumu dinlendirmeyi unuttum" demek,  o yorgunluğun nesnesiyle kurulan bilgece bir ilişkidir.

​Unutmayın: "Derin denizler, damlalarla dolmuştur. Bizim görevimiz, o ilk damlayı, o ilk adımı atmak"olmalıdır.

​Değerli okurlar,
​Bir mekan düşünün: eski bir sinema salonu...
Aynı anda gülmeyi, aynı anda nefesimizi tutmayı, aynı anda iç çekmeyi özlediğiniz oldu mu? O anda gözler aynı şeyde, gönüller aynı yerde değil miydi? Mevlana Celaleddin Rumi'⁴nin dediği gibi: "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir."

Günümüzde herkesin kendi ekranı ve ayrı alemi var. "Gözden ırak olan gönülden de ırak olur" sözü korkunç bir dijital gerçeğe dönüşmedi mi?

İnsanlar yanı başındakinin gözüne bile bak(a)maz olmuş... Gözler yakın ekranda, gönüller ırak diyarda... İnsan beyni bağlantı kurmak için tasarlanmış, gelin  bunu gizli bir oyuna çevirelim. Mesela iki alakasız şey seçelim ve aralarında da felsefi bir bağ kuralım:
Bir saat ve bir göçmen kuş...

Biri zamanın, diğeri mevsimin dilini bilse de geri dönmemek üzere döner dururlar. Antoine de Saint-Exupéry’⁵nin hatırlattığı üzere; "İnsanları birbirine bağlayan şey, paylaşılan emektir." Biz de zihnimizde nesneler arasında bağ kurduğumuzda, dünyadan kopan bağımızı da tamir ediyor oluruz.

Başka bir örnek, yıpranmış bir ayakkabı bağı ve analog bir radyo düşünün. Bilirsiniz eskiden eşyalar bozulunca tamir edilirdi, şimdi ise terk ediliyor. Neden?  İnsan ilişkilerimiz de buna benzedi. İlk düğüm koptuğunda ayakkabıyı çöpe atıyoruz; oysa o bağı yeniden bağlamak, yola devam etmenin tek dürüst yolu olsa gerek...Belki de vazgeçmek, eşyanın işlevini yitirmesi değil de insanın kendi iç sesini kaybetmesi olabilir mi?

İç sesimizi geri kazanmak, dış dünyanın gürültüsüne karşı bir "sessiz devrim" gibidir diyerek sessizliğin nöbetini tutalım.

Mesela günde on dakika tüm ekranları kapatalım. Acaba, Marcus Aurelius'⁶un dediği gibi: "İnsanın çekilebileceği en sessiz liman, kendi içi..." midir?

​Duygularımızı sadece yaşamayalım sorgulayalım ve arada bir köprü kuralım. Bir şiiri, sanki bir meyveyi ağır ağır yer gibi okuyalım. Zira, okumak istiflemek değil derinleşmek, nedensellikse bilincin uyanışıdır.

Lütfen,
İnsanlara birer "görüntü" gibi değil de birer "dünya" olarak bakalım ve göz temasını bir kaç saniye de olsa uzatalım mı? Ekranın sahte parlaklığı yerine, bir insanın bakışındaki o sahici buğuyu keşfetmek...
Ve nesneleri de sadece "araç" olmaktan çıkaralım ve varlığımızın tanığı kılalım.
Bir duygunun ifadesi için, o duyguyu uyandıracak "bir dizi nesne, bir durum, bir olaylar zinciri" doğrudan söylenmesin sadece somut imgelerle sezdirilsin...

Değerli okurlar, tüm bunlar Eliot'un işaret ettiği gibi birer çıkış arayışıdır. Mahatma Gandhi'⁷ de: "Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol." diyorken,  biz o ilk damlayı atmadıkça, deryanın canlanmasını da bekleyemeyiz ki...
Dünya bize her şeyi bir "görüntü" olarak sunarken, ruhumuzun bu görüntüler denizinde boğulmasına izin mi vereceğiz?

Unutmamalıyız ki; bireysel ve kültürel hafıza, sadece geçmişin bir dökümü değil, kimliğimizi üzerine inşa ettiğimiz yegâne anahtardır.

"Kendi içimize yolculuk" demek bir hazırlık ve yöntemdir yani pusulayı bulma, haritayı okumayı öğrenme anıdır. Pascal'ın "sessiz oda"sıdır bu ve iç sesinizi duymadan, ne aradığınızı bilmeden okumaksa sadece enformasyon yığınına dönüşmektir.

"Okumak" ise bu hazırlıkla çıkılan keşif yolculuğudur. İçinizde keşfettiğiniz sorulara, yalnızlığınıza, arayışınıza cevaplar ve yoldaşlar aramaktır. Yani, Eliot'ın "ruhsal harita"sında ilerlemektir.

Hafızasını ekranların hızına kurban eden insan, aslında kendi hikâyesini kaybetmektedir ki, iç sesimiz, o gürültüde kaybolan cılız bir fısıltı değil; bizi biz yapan asıl pusula olduğunu unutmamak gerekir. Onu yeniden bulmak, kendimize vereceğimiz en kıymetli söz olmalıdır.

Değerli okurlar,
Bir kefede modern dünyanın hızı, yani enformasyon sağanağı, ekranların bitmeyen ışığı, bildirimlerin kesintisiz gürültüsü...Öbür kefede ise insanın kadim sessizliği dediğimiz iç sesi, yalnızlıkla yüzleşmesi, derin düşüncenin yavaş akışı, ruhun kendi ritmi vb.

Burada bir denge mi olmalı yoksa birisi ağır mı basmalıdır?
Eğer gerçek denge, bir kefenin sürekli ağır basmasında değil de terazinin hiç durmadan, incelikle salınmasında ise cevap hiçbiridir.
Zira, hayat statik bir tartı değil; canlı, nefes alan bir terazidir. Ve bizler için bazen hız ağır basar, öğreniriz, koşarız, bağlanırız. Bazen de sessizlik ağır basar, dururuz, duyulmayanı duyarız ve kendimize döneriz ki, zaten önemli olan da o salınımı fark etmek değil midir?

Enformasyonu bilgelik için araç kılmak.
Ekranı ruhun aynası değil, penceresi yapmak.
Gürültüyü susturmayı değil, sessizliği seçebilecek kadar güçlü olmak...
İşte denge tam orada başlıyor: Ne hızı tamamen reddet, ne sessizliği putlaştır.

Unutmayın!
Önce içinizdeki sessizliğe kulak verin, sonra onu besleyecek ve anlamlandıracak kelimelerin, hikâyelerin, fikirlerin dünyasına yönelin. Yani okuyun, okuyun, okuyun...
Bu, biri diğerini besleyen bir döngüdür.

Zira asıl yolculuk, dışarıda değil, o sessizliğin başladığı yerde başlar. Bu, aynı zamanda bir nefes alma, yeniden insan olma çabasıdır.

Sadece teraziyi elinde tut ve sor: “Şu anda hangi kefe bana insan olduğumu hatırlatıyor?”

Siz, kendi ruhsal haritanızın kâşifi olmaya, o pusulanızı yeniden bulmaya hazır mısınız?
Ekranın ışığını söndürüp kalbinizin sessizliğine dönmeye hazır mısınız?

Bugün, sessizlik kefesini biraz indirelim mi?
Haydi!
Ekranları kapatalım, sadece bir an...

Suat UMUTLU 
24.12.2025

 

Dipnotlar:
* Suat Umutlu: T.S.Eliot'un sözünden esinlenerek...

¹ ​Blaise Pascal (1623–1662): Fransız matematikçi ve filozof. İnsanın sessizlikle imtihanı üzerine düşünceleriyle tanınır.

² ​T.S. Eliot (1888–1965): Nobel ödüllü şair. Bilgi kalabalığı içinde bilgeliğin yitişini dert edinmiştir.

³ ​Lucius Annaeus Seneca (MÖ 4 – MS 65): Romalı Stoacı filozof. "Zamanın Kısalığı Üzerine" adlı eseriyle, insanın zamanını nasıl verimsiz tükettiğini en sarsıcı şekilde analiz etmiştir.Bilgeliğin, erdemin ve doğaya uygun yaşamanın savunucusu...

⁴ ​Mevlana Celaleddin Rumi (1207–1273): Gönül birliğini ve dilin ötesindeki anlaşmayı savunan büyük mutasavvıf.

⁵ Antoine de ​Saint-Exupéry (1900–1944): "Küçük Prens"in yazarı. Nesnelerle kurulan emeğe dayalı bağı kutsallaştırmıştır. İnsanlık, sorumluluk ve dayanışma temalarını işlemiştir.

⁶ ​Marcus Aurelius (MS 121–180): Roma İmparatoru. İnsanın kendi içine çekilerek bulacağı huzuru (Stoa felsefesi) anlatmıştır.

⁷ ​Mahatma Gandi (1869–1948): Bireysel uyanışın toplumsal devrime dönüşeceğine inanan ruhani lider.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —