"Kötü bir insanı liyakatli bir mevkiye getirirseniz, sadece kötü bir insanı yüceltmiş olmazsınız, aynı zamanda tüm nitelikli insanlara haksızlık etmiş olursunuz." Konfüçyüs¹
Değerli okurlar,
Yeni 'Normal'imiz: Toplumsal Sorumsuzluk Mu?
Hayal kırıklığı, toplumsal eleştiri ve kişisellikten toplumsallığa uzanan insanî değerler karmaşasında;
Liyakat ve emeğin, yüzeysel ve ideolojik tepkiler karşısında nasıl savunmasız kalabildiği ve
toplumun bir kesiminin, 'neyi, neden önemsediği', gerçek sorunla yapay gündem arasındaki dengenin nasıl bozulduğu sosyolojik bir sorun olmalı...
Zira, salt bir kişinin özelinde değil, kamusal alanda da nitelikli söylem nasıl olmalı, korunmalıdır?
Ya da var olan "düzeysizlik, niteliksizlik hatta saldırganlığa varan o kabalıklar ve haddini bilmezlikler adeta 'altın standard' olma yolunda mıdır?"²
Hani her daim deriz,
"Bir lafa bakarım, laf mı diye?
Birde söyleyene bakarım adam'mı diye?"
İşte,
Önemli olan insan olmak, adam olmak ise ve
sen "üstlendiğin görevde başarılı olmak istiyorsan;
Mesela, Belediye Başkanı isen yönettiğin belediyenin başarısına, oda başkanı ise yönettiğin odanın üyelerine hizmete, kurum yöneticisi isen başında bulunduğun kurumun büyümesi ve gelişmesine, gazeteci isen mesleğinin evrensel ilkeleri içerisinde hizmete kendini adayacaksın, kısaca öz gücünü kullanacaksın...
Yani, referansın Türkiye Cumhuriyeti'dir ki, ülkeni her haliyle çok sevecek, demokrat olacaksın.
İşinde, günlük yaşantında, sosyal hayatında ahlak kavramını her değerin üzerinde tutacaksın.
Cehaletin toplumu yok edecek en büyük tehlike olduğu gerçeğini hiç bir zaman aklından
çıkarmayacak: kültüre, sanata, sanatçıya saygı göstereceksin.
Bu nedenle;
İcazetle hiç bir göreve gelmeyecek; hiç bir şeyhe, şıha da biat etmeyeceksin, aksi takdirde paltosunu tuttuğun, elini eteğini öptüğün, himmet dilendiğin faninin ömrü kadardır: geleceğin, makamın, mevkiin..."³
Değerli okurlar,
“Ağzı olan konuşuyor” cümlesi de artık serzeniş değil. Zira, sıradan sayılabilecek kişisel bir ifadenin dahi linç kültürünün hedefi hâline gelmesi başka nasıl izah edilebilir, bilmiyorum...
Bakınız,
"Geçenlerde ülkemizin gururu ve kültür tanıtım elçisi olan ve gelmiş geçmiş NBA’deki en iyi sporculardan Alperen Şengün'e 'milli içkimiz' rakı bahane edilerek saldırıldı. Zeki, çevik olduğu kadar ahlâklı ve yaşından büyük olgunluk sergileyen bu gençle gurur duyulması gerekiyordu."² ama basit bir ahlak ya da inanç tartışması da olmayan, salt başarıya karşı bir hazımsızlığı ve emeği itibarsızlaştırmayı gördük.
Öncelikle belirtmeliyiz ki;
"İdarî, malî, sosyal ve siyasal açıdan dünden daha fakir, daha çaresiz ve daha çıkmazda olan ülkelerde, iktidarın veya manipülatif çevrelerin en kolay başvurduğu yöntem, toplumun önüne sürekli yapay gündemler koymaktır; zira asıl karanlık tabloyu saklamanın en etkili yolu, insanları küçük ve yüzeysel kavgalara hapsetmektir. Ancak bu
sadece bir manipülasyon meselesi de değildir. Cehaletten haz alan, şiddetten beslenen ve ilk kez 'adam yerine konulduğunu' sanan bir kesim var ve bundan inanılmaz bir mutluluk devşiren psikoloji içindeler... Mizahı, sanatı, doğayı bilmeyen ama en vahimi; sevgiyi, sevmeyi bilmeyen bu insanlar, saf kötülüğün, haset duygusunun beden bulmuş hâlidirler."³
Kısaca o toplum, liyakatsizliğin ve nefretin yükseldiği bir sığlık krizindedir ve bu, yapay gündemlerle kamufle edilmektedir.
İşte, o düzeysiz ve niteliksiz tepkiler toplumda "kabul edilebilir davranış" standardı hâline geliyor. Tıpkı, milli gururumuzun yaşadığı, bir makam sahibinin seviyesiz, ölçüsüz açıklamalarıyla gelen linç etme cüreti gibi...
Önemli olan insan olmak, 'adam olmak' demiştik. Kişi; bir profesör, bir müdür, bir başkan da olabilir ama ünvanı var kültürü yoksa, makamı ve gücü var adaleti yoksa!...
İşte, mesele tam burada düğümleniyor: Cehaletin kurumsallaşması.
Bu soyut kavramı somutlaştıran mükemmel bir örnek verelim. 90’lı yılların unutulmaz TV dizisi Bizimkiler’deki “Dunkof Halis” karakterini hatırlarsınız. Bizim o zamanlar gülüp geçtiğimiz bir karakter, bir tip...O, saf saf söz ve hareketler icerisinde birisiydi. Almanya'dan dönen ve uyum sağlamakta zorlanan, kaba saba ama saf yürekli bir genci temsil ediyordu.
Almanca dumm (aptal) ve kopf (kafa) kelimelerinin birleşiminden oluşan bu hitap, “aptalkafa” ya da “gerizekalı” anlamına gelen bir hitap gibi oldu. Dunkof, Dumkof...Ya da Nein/Hayır Halis!...
Değerli okurlar,
"İnsan, 'insan'' olarak doğmuyor, eğitimle 'insan' oluyor. Bir ülkede her şey insan kalitesine bağlıdır.
Atatürk'ten sonra, Türkiye; kaliteli, iyi eğitilmiş kuşaklar yetiştiremedi, bu koşul engellendi. Bir Fransız düşünürün sözü: "Bir kuşağın eğitilmesine annesinden, büyükannesinden başlamalıdır" diyor. Yine de elimizden geleni yapalım, sonunu kadar mücadeleyi bırakmayalım."⁴
Ne hazindir ki,
Öğrenmeye kapalı, eleştirel düşünceden uzak, liyakati değil itaati kutsayan bir zihniyet, bugün artık bir televizyon şakası değil, zira kamudan özel sektöre her alanda karşılık buluyor. Güya "sadakat” maskesi altında ilerleyen bu “Dumkoflaşma” hali, özellikle makam sahiplerinin seviyesiz üslubuna, kurumların liyakatsiz terfi politikalarına, toplumsal diyaloğun ahlakçı ve saldırgan tonuna da sinmiş durumda. Bir zamanlar ekranda güldüğümüz o klişe, şimdi gerçek hayatta sığlığın yani kabalığın, haddini bilmezliğin yükselişinin en acı haline gelmiş gibi.
Belki, ahlaki bir yaratılış meselesinden çok daha fazla, doğrudan sosyolojik ve idari bir kriz gibi. Liyakat ve emeğin, yüzeysel ve ideolojik tepkiler karşısında nasıl savunmasız kaldığını ibretle izlemiyor muyuz?
Makamın yarattığı dokunulmazlık hissi, bu yozlaşmanın en hızlı tetikleyicisidir ki, "Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır." der Lord Acton⁵
Toplumun; ekonomi, eğitim, adalet gibi ağır sorunlardan uzaklaştırılıp, kolay, içi boş, ideolojik ve ahlakçı kavgalara yönlendirilmesi artık bir “öncelikler karmaşası” değil, eleştirel düşünceyi reddeden, anlık ve duygusal tatmine dayalı bir toplumsal davranış biçimidir. Mesela linç kültürü de bunun en keskin aracıdır. Yani başarıya, liyakate, emeğe karşı geliştirilmiş; kıskançlık, hazırcılık ve nefretle beslenen bir reaksiyon gösterisidir. Zira "Ne kadar az bilirseniz, o kadar şiddetle iddia edersiniz." der Bertrand Russell'⁶
Bir sporcunun onlarca yıllık emeği, mevki sahibi birinin bir cümlelik cehaleti karşısında silinecek kadar savunmasız hâle geliyorsa, burada mesele artık sporcu değil; toplumsal omurganın çökmesidir.
Saldırganlığın bir susturma standardı hâline gelmesi; dil ve diyaloğun kökten bozulması; niteliksizliğin en yüksek sesi çıkarması… Tüm bunlar “sığlığın yükselişi” dediğimiz yeni bir normun işaretleridir.
Tekrar edelim,
Bu düzeysizlik ve niteliksizlik, kamusal alanda bir ‘altın standard’ hâline mi geliyor?
Hatta sadece bireysel bir psikoloji değil de kolektif bir hastalığın belirtisi midir?
Acaba, daha da tehlikelisi, insanların sadece sessiz kalıyor olmaları mıdır?
Sırası gelmişken bir hatırlatma...
Sosyal medya algoritmaları bağıranı, saldıranı hatta hakaret edeni ödüllendiriyor. Sessiz çoğunluk geri çekildikçe, niteliksiz azınlıkta ülkenin aklını rehin alıyor.
"Cahil insanlarla tartışmayın; sizi önce kendi seviyelerine çekerler, sonra da tecrübeleriyle yenerler." der Mark Twain⁷ ki, tartışmadan kaçınmak bir mecburiyet hâlini almış gibi ama bu suskunluk demek değildir.
Günümüzde eğitim sistemi ağır ve hantal hatta kısa vadede etkili olmayabilirde ama, "En tehlikeli cahil, öğrenmeyi bırakmış olan" değil midir?" Bernard Shaw⁸
Bu nedenle çözümü toplumun “kılcal damarlarında” aramak; bir toplumun aklını, emeğini ve geleceğini savunma mücadelesinde stratejik direniş biçimi nezakettir.
Ve,
O kadim söz hâlâ yolumuzu aydınlatıyor,
eğer söyleyenin “adamlığı”, yani liyakati ve ahlaki omurgası yeniden değer kazanmazsa, düzeysizlik hepimizi ve geleceğimizi kemirmeye devam edecektir.
O halde neler yapılabilir?
Gündelik hayatta;
Yani evde, işte, okulda… Tartışmaların tonunu değiştirecek basit soruları sormayı alışkanlık haline getirelim:
Bu iddiayı hangi kanıta dayandırdın?,
Üslubun eleştiri mi, saldırı mı? gibi...
Medyada;
Aydınlar, gazeteciler, akademisyenler öfke yerine kanıta dayalı, nezaketli ve analitik dili savunmalı ve linç diline aynı sertlikle değil; stratejik bir sakinlikle karşılık verebilmelidir.
Jules Verne⁹ diyor ki:
"Dünyayı değiştirecek olanlar, düşünebilen ve bunu paylaşabilenlerdir."
SON SÖZ
Kurumlarda makam sahibi olmakla liyakat sahibi olmak aynı şey değildir. Amirinden memuruna kim olursa olsun o kamu makamlarının, ilkokul seviyesindeki üslupla toplum karşısına çıkması kabul edilemeyeceğinden; toplum, “makamı değil, niteliği” sorgulama alışkanlığını yeniden kazanmalıdır.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi,
"Her ulus, icraatına tahammül ettiği hükümetin sorumluluğuna ortak sayılır."
O halde,
Bu sorumluluk, bu mücadele hepimizin üzerindedir.
Unutulmamalıdır ki,
"Her toplum, hak ettiği şekilde idare edilir." Platon¹⁰
Suat UMUTLU
12 Aralık 2025
Dipnotlar:
¹ Konfüçyüs (MÖ 551 – MÖ 479)
Çinli filozof, siyaset adamı ve eğitmen. Konfüçyüsçülük olarak bilinen öğretisinin temelinde, ahlaki düzen, toplumsal uyum, liyakat (meritokrasi) ve saygıya dayalı yönetim yatar. Yöneticilerin erdemli ve bilgili olması gerektiğini savunmuştur.
² Ceyhun Balcı: Hekim, gazeteci,yazar.
https://www.facebook.com/share/1CtRrcQb4Z/
³ Ahmet Zorlu: Gazeteci, yazar. Yazılarından esinlenilmiştir.
https://www.facebook.com/share/p/1EBVcSpzco/
https://www.facebook.com/share/17q7f1gM8M/
⁴ Cihan Dura: Akademisyen, yazar.
https://www.facebook.com/share/p/1FuDWjX5fi/
⁵ Lord Acton (John Emerich Edward Dalberg-Acton) (1834 – 1902) İngiliz tarihçi, politikacı ve ahlak felsefecisidir. "Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır" sözüyle, politik gücün doğası üzerine evrensel bir uyarıda bulunmuş ve yöneticilerin hesap verebilir olması gerekliliğini vurgulamıştır.
⁶ Bertrand Russell (1872 – 1970) İngiliz filozof, mantıkçı, matematikçi, tarihçi, sosyal eleştirmen ve siyasi eylemcidir. Rasyonel düşüncenin ve bilimsel metodun savunucusudur. Eleştirel düşüncenin önemini vurgulamış, özellikle dogmatizm ve cehaletten kaynaklanan aşırı kesinlik ve şiddetli iddialara karşı çıkmıştır.
⁷ Mark Twain (Samuel Langhorne Clemens) (1835 – 1910) Amerikalı yazar, mizahçı, yayıncı ve eleştirmen. Keskin mizahını ve hiciv yeteneğini kullanarak toplumsal ikiyüzlülüğü, siyasi yozlaşmayı ve cehaletin yarattığı özgüveni eleştirmiştir.
⁸ George Bernard Shaw (1856 – 1950) İrlandalı oyun yazarı, eleştirmen ve politik aktivist. Eserlerinde toplumsal sorunları, sınıfsal eşitsizliği ve dogmatik düşünceyi sertçe eleştirmiştir. Öğrenmeyi bırakan ve değişime direnen cahil zihniyetin tehlikesine dikkat çekmiştir.
⁹ Jules Verne (1828 – 1905) Fransız yazar, şair ve oyun yazarı. Romanlarında bilimin gücünü, ilerlemeyi ve eleştirel düşünceyi yüceltmiştir. Yazar kimliğiyle, dünyayı değiştirecek olan gücün fiziksel kuvvet değil, fikirlerin ve düşüncenin gücü olduğunu savunmuştur.
¹⁰ Platon (Eflatun) (MÖ 428/427 – MÖ 348/347)
Antik Yunan filozofu, Sokrates'in öğrencisi ve Aristoteles'in hocasıdır. Devlet adlı eserinde, ideal yönetimin filozof krallar tarafından, yani akıl ve bilgiye sahip kişilerce yönetilmesi gerektiğini savunmuştur.